Özet: Muallakât, Arap şiirinin câhiliye döneminden
kalan en seçkin örnekleridir. Aşağıdaki yazıda Şerafettin Yaltkaya tarafından
Arap dili ve şiiri hakkında genel bir
bilgi verildikten sonra muallakâttan seçilerek Osmanlıcaya çevrilen beyitler
günümüz Türkçesine aktarılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Muallakât, Arap Edebiyatı, Câhiliye Şiiri
Arabic Literature
Summary: The
Muallakât are the prominent types of the Arabic poetry that remained from the
period of Câhiliyya.In this study the verses selected from the Muallakât and
translated into the Ottoman Turkish Language by Şerafettin Yaltkaya are
simplified according to the present Turkish language.
Key Words:
Muallakât, Arabic Literature, Câhiliyya Poetry.
Doktor Gustave Le Bon
Rûhu’l-İctimâ adlı eserinin[1] önsözünde şöyle der: “Her
hususda insan ırkını birşeylere sevkeden ve harekete geçiren içlerindeki gizli
güçlerdir. İnsanlar bunların sevkiyle kavrayamadıkları halde bazen pek büyük
işler yaparlar.
Mesela; diller, çok eski zamanlarda ne kadar güzel ve
ne kadar hassas temeller ve kurallar üzerine kurulmuştur.
Bugün dillerin kuralları ve özelliklerini incelemekle
uğraşan komisyonlar ve alimlere yeniden bir dil ortaya çıkarmaları teklif edilse
bunu başaramayacakları şüphesizdir.
İşte meçhul zamanlarda birçok güzellikler ile dilleri
ortaya koyan güç, insanların içinde bulunan o gizli kuvvet öncelikle ruh
şuurudur.”[2] Bize göre ise: o gizli
kuvvetin diller içerisinde en fazla etkinlik gösterdiği, en fazla güzellikler
ortaya çıkardığı bir dil de şüphesiz Arapçadır.
O gizli güç bu dilde o kadar incelikler ve etkinlikler
göstermiştir ki araştırdıkça hayret ve takdirin artmaması mümkün değildir.
Arap, çevresinde doğuştan sahip olduğu zekasını oyalayacak
pek çok şey bulamamış ve hatta bu dürtü ile gökyüzünün gökcisimleriyle
geceleyin sunduğu manzarayı kendi etrafından daha çeşitli bulduğu için yerden
çok gökle meşgul olmuştur.
Arabın çevresi yerde sonsuz, engebesiz bir çöl, gökte
ise düzenli (s.365) bir biçimde güneşin kıpkızıl batıp doğmasından ve bazı
gecelerde ayın verdiği tatlı ve hoş bir ışıktan ibaret idi. Tabiat
değişiklikleri bu kadar basit olduğu gibi hayvan ve bitki de hemen hemen at,
deve, aslan ve funda cinsinden çalılar ve hurma ağacı gibi bazı şeylerle
sınırlı idi. Ara sıra görülen vahalar ise hem az ve hem devamsız idi.
Demek ki Arap bu canlı zekasını harekete geçirmek için
objektif (âfâkî) değil, sübjektif (enfusî) bir zemin arıyor ve buna bağlı
olarak bütün ruhi etkinliklerini diline yönlendiriyordu.
Onun için lisanıyla pek ince ince oynayan zekası,
etrafında gördüğü oldukça sınırlı eşya ve hayvana da beş yüz ve hatta bin isim
veriyordu. Aslanın beş yüz, devenin bin, yılanın iki yüz ismi vardır. Bununla
beraber bunların ortak kaderlerinden başlayarak her çeşidine, her türüne, her
ferdine ve her ferdin farklı hal ve sıfatına isim vermek Araba fazla zor
gelmiyordu. Bu ince zeka lisanıyla oynuyor, o kadar ki anlamları arasındaki
gayet ince farklılıkların adeta resmini gösteriyor gibi güzelce temsil
kuvvetine sahip harflerin sıfatlarıyla ifade ediyor. Aralarında pek cüzî bir
başkalık bulunan benzer anlamları cüzî farklar ile ayrı ayrı kelimelerle
anlatıyor. Anlamı kısa olan kelimenin lafzını da kısa, uzun olanın uzun
buluyor. Harflerin özünü ve sıfatlarını düşünüyor: tekerrur, tekaddum,
te’ahhur, idgâm, kalb gibi şeyler vasıtasıyla büyük bir uyum ve denge
çerçevesinde muhtelif ve mutecânis anlamları ifade edecek lafızlar icat ediyor;
dilini ruhi hassasiyetine ayna yapan Arap zekası etkisini ve canlılığını en
yüksek ve en derin noktalara kadar götürüyor ve bu merkezî olan canlılık
çevreye doğrudan inkişaf edip icaz ve itnâb dedikleri özelliklere tasavvurun
üstünde bir hareket ve esneklik veriyor, üsluplar oldukça çeşitleniyordu.
Tahkiye de Arap zekası elinde pek güzel işler
görmüştür. O kadar ki (s.366) biraz alıştıktan sonra bilinmediği halde her
kelimenin anlamını gerçeğe çok yakın surette tahmin mümkündür, mesela kediye
“hirr”, kayaya “sahr” denilmiştir.
Bütün hislerinde bir kuvvet bulunan Arap, kulağıyla
duyduğu mesela farklı rüzgârların ortaya çıkardığı her sese ayrı ayrı isim
veriyor, çok cüzî farklara varıncaya kadar yiyecek ve giyeceklere de başka
başka kelimeler buluyordu.
Etkin olan zekası eşsiz eserleri ezberlemek için
edilgen olan hafızasına gönderiyor ve günden güne zenginlik kazanan ve
güzelleşen dilinde ortaya çıkan hiçbir kelime unutulmuyordu.
Gelişmeleri kaydedilen ve toplanan Arap Dili yeni bir
açılıma kavuşuyor, zevkteki kuvvet ve sağlamlık kelimeler arasında gayet tatlı
bir ahenk oluşturuyor, kelimeleri bu gözle görülmeyen bağ ve ahenk ile bağlıyor
idi.
Artık hatipler ile beraber şairler de saygı ve takdir
görmeye başlıyor. Ancak gerçekten birçok hikmetli sözleri içine alan bu
hutbeler toplum nazarında Arapların o günkü yaşayışınca gereken etkiyi
yapamıyor idi. Şiir manzum olur ve akıcı da söylenirse elbette nesirden daha
fazla bir etkileyici güce sahiptir. Bununla beraber Arapların övünmelerini
tespit ve gurur duygusu gibi ruhi ihtiyaçlarını doyuracak tek bir araç şiir idi.
Bunun için şair yetiştirmekte olan herhangi bir kabile diğer bir kabileye karşı
övünebiliyordu. Hatta bu şiirler toplantı mekanlarında her kabile için para ve
altın kadar işe yarıyordu.
Şiirin, ahenkli kasidelerin gizli etkisi her kabilenin
övünme ve menkıbelerine bir kat daha renk veriyor ve şiir ne kadar güzel olursa
başarı o kadar artıyordu. Kusurlar ve eksiklikler hususunda da şiirin tenkit
gücüne başvuruluyordu. Ayrıca şiir Araplar için pek büyük bir ihtiyaçtı. Yani
en büyük mevcudiyetlerinden birisi ve belki birincisi halini almıştı.
Eskiden Yunanlarda yine bir ruhi ihtiyaçtan dolayı
heykeltraşlık nasıl ilerlemişse, Araplarda da Cahiliye döneminde madeni bir
kuvvet ve sağlamlıkla şiir ilerlemiş, bugün bile Cahiliye şairlerinden[3] yedi[4] (s.367) kimsenin
muallaka/kaside[5]leri
Yunanların müzelerde sergilenen eserleri gibi büyük bir zevkle okunmaktadır.
Bugün genellikle insanlar arasında en ağır ve en
yüksek süs malzemesinin esasını altın ve elmas gibi değerli madenler ve taşlar
oluşturuyorsa, bu muallakalar da sonra gelen şairlerin taklitleri hariç
tutulursa Arap edebiyatının esas (külçe) larıdır. Bunlardaki kelimeler ağırdır.
Rahatsız edici bir ağırlık olmayıp altın ağırlığı gibi latif ve hoştur. Tabii
şekillerini koruyan bu kelimelerde adeta teknik (mimarî) bir düzen vardır.
İmâle, zihâf ve benzeri gibi hatalardan tamamen uzaktırlar. Cevher parçalarına
benzeyen bu kelimeler hem düzgün, hem de sağlamdır. Cümlelerde de tevriye,
istihdam, leffu neşr vb. gibi zerafet satmalara rastlanmaz. Bu muallakaların ve
genellikle Cahiliye ve Muhadramun eserlerinin bütün güzellikleri saf ve
tabiidir.
Bunların etkileri gibi etkilendikleri şeyler de
şehirli (medenî), yapmacık güzellikler değil, doğruluk vakarlılık,
misafirperverlik (s.368), şereflilik, yüce gönüllülük, cesurluk ve saire gibi
bedevilerin değer verdikleri özelliklere doğuştan sahip idiler.
Çevresini iyi gözlemlemek ve gözlemlediğini de olduğu
gibi ifade edebilmek özelliklerine sahip olan bu bedevi Arapların açık, sağlam
ve güçlü bir ifadeyle ortaya koydukları gayet güzel teşbihlerle anlama somutluk
vermek ve teşbihlerde asla tabilikten uzaklaşmamak en göze çarpan
özellikleridir.
Mesela; Tarafe dişi devesinin hızını ifadede bizce
bilinen şekil üzere göz önüne alınamayacak mübalağalı bir benzetme ile yıldırım
gibi, ateş gibi falan demeyip “suya hızlı yürüyen erkek devenin ayağını
kaldırdığı yere hemen elini koyar.” der. Hayale dayalı olan yukarıdaki
teşbihlerden ifade açısından daha mükemmeldir. Muallaka sahiplerinden Lebîd’in
deve teşbihi de “devem gökdtki büyük bir kırmızı bulut gibi gidiyordu.”
şeklindedir. Yani bu bedeviler pek tabii bir göz ile dünyayı görmekte
olduklarından her türlü sahtelik ve yapmacıklıktan uzak bir dil ifadeleri ve
bundan dolayı bir kır çiçeği gibi gayet tabii, sağlam ve güzel şiirleri vardır.
Onların en seçkin, en müstesnalarını zamanımıza kadar aktarılan bu muallakalar
oluşturur.
Bu muallaka sahiplerinin kadın sevmek, kahramanlıkla
övünmek, at üzerinde dolaşmak, şarap içmek, kumar oynamak biricik
meşguliyetleri olduğu anlaşılıyor ki; diğer arkadaşları da tabii bu hususlarda
kendilerine iştirak ediyorlardı. Bedeviler esasında daimi bir yerde oturmayıp
ot, su gibi bedevinin gerekli ihtiyaçlarını temin etmek için zaman zaman göçüp
konduklarından, uzun zamandan beri ikamet edilmekte olan bir yer birdenbire
kimsesiz ve ıssız bırakılır. Ancak hayvan tersi, kül ve ocak yeri kararmış
birkaç taş (sac ayak), çadırların etrafında açılmış ince bir yağmur arkı-harkı,
çadır kazıklarının oyuk yerleri, çadır deliklerini tıkadıkları sumam denilen bir
tür saz kırıntısı orada bir zaman ikamet edilmiş olduğunu gösterirdi.
Üzerinden birkaç sene geçecek olursa tabii ki bu izler
de (s.369) kalmıyor ve bu yüzden burası pek güç tanınıyordu. Aralarında
sevgilisi bulunan bir kabilenin böyle terk ettiği ikamet yerini ziyaretle
sevgilisini hatırlayarak ağlayıp, arkadaşlarını da ağlamaya davet ile
kasidesine başlamak ilk defa İmru’u’l-Kays tarafından ortaya konmuş ve
genellikle Cahiliye şairleri onu takip etmiştir.
‘Amr b. Kulsûm dışında diğer altı muallaka şairi
kasidelerine bu terk edilen yurtları anmakla başlıyorlar. Bununla birlikte
gayet basit olan bedevi hayatında bu terk edilen yurtları ziyaret bedevi
aşıklar için çok önemli bir hatıra olduğundan şairlerin bu hususta
İmru’u’l-Kays’ı takip edip etmemiş olduklarını kesin olarak belirlemek de
zordur. Gayet dar bir daire içinde tesadüf pek çok olabilir. Bu tesadüf ve
benzerlik daire ne kadar büyürse o kadar azalır. Nitekim İmru’u’l-Kays’ın
muallakasının üçüncü beyti olan:
“Arkadaşlarım binekleri üzerinde durarak kendini helak
etme, güçlü ol diyorlardı” beytiyle, Tarafe muallakasının ikinci beyti olan:
“Arkadaşlarım binekleri üzerinde durarak kendini helak
etme, sabırlı ol diyorlardı.” beyti arasındaki fark tecemmul ve tecellud
kelimelerinden ibarettir.
‘Amr b. Kulsûm’u da seçici kurul (jüri) cildinde
bulunan bir hastalıktan dolayı deriden yapılmış çadırlarına kabul etmemek gibi
haysiyetini rencide eden, hiddetlendirecek bir durum karşısında
bulundurmasaydılar onun da kasidesinin başında terkedilmiş yurdu anarak bir
istisna oluşturmayacağı umulurdu. Zaten bu terkedilmiş yerlerdeki ocağın yanık
yerlerini diş etlerindeki dövmeye, diğer kalan izlerini de bir kitaptaki az çok
silinmiş yazılara benzetmek bunların ve genellikle Cahiliye şairlerinin
akıllarına gelen yegane benzetmelerdir.
Mevcut gibi görünen yokluğa, yani seraba benzetme
konusunda (s.370) hepsi ortaklık arz etmektedir.
Bir arkadaşına tesniye sigasıyla hitap da Cahiliye
şairlerinde görülür. Bu Kur’ân-ı Kerîm’de de mevcut olup Arap şairlerinin
üçüncü tabakasına kadar devam etmiştir.
Muallaka sahipleri ve genellikle Cahiliye dönemi
şairleri yazı bilmedikleri halde seksen ve doksanı geçmiş olan kasidelerini ya
her beytini ve belki her mısrasını tekrarlayarak ezberlerlerdi, ya da
hazırlıksız (irticalen) söyleyip işitenler tarafından ezberlenir veya şair
tekrar tekrar okuyarak ezberledikten sonra şiiri okuyarak kendi kabilesinin
fertlerine de ezberlettiriliyordu.
Bununla birlikte Araplarda seksen ve doksandan fazla
beyti bulunan bir kasideyi hazırlıksız söylemek ender rastlanan bir şey
değildir. Nitekim ‘Amr b. Kulsûm doksan dokuz beyitli olan muallakasını jüri
çadırının dışında Ukaz panayırında kargısına dayanarak hazırlıksız okumuş ve
güya kargısının koluna batışından bile haberi olmamıştır.
Teşbîb denilen sevgilisinin güzelliklerinin
anlatımıyla kasideye başlamak Araplarca umumi bir gelenektir. At ve deve de
tasvir edilse bile çoğunlukla sevgililerine kavuşabilecekleri yolu tasvir edip
sonra tekrar sevgililerinin güzelliklerine dönerler.
Teşbîbden sonra ya kendisinin veya kabilesinin
genellikle cesaret cömertlik vb. ahlaki güzelliklerinden bahsederler. Bunların
içinde hikmetli, felsefi pek çok beyte rastlanır. Yegane övünmeleri olan savaş
aleyhinde de söylenmiş şiirler yok değildir.
Kısacası, bu muallakalar bedevî hayatının her türlü
durum ve halini toplayan eserlerdir ki; o çelik gibi sağlam cümleler içinde bu
hayatı daima saklayacak ve her zaman Arap zevki bunları seve seve okuyacaktır.
Bu muallakaların ortak özellik ve karakterlerinden
başka (s.371) hepsinin ayrı ayrı hususiyetleri de olduğundan her muallakadan
birer parça seçerek değerli okuyucularımıza sunmak istedik:
Bana teselli vermek için arkadaşlarımın bindikleri
hayvanları durdurarak hüzün ve kedere bu kadar kendini kaptırma. Sabret, güçlü
ol! dediklerini düşündüm.
Ey iki arkadaşım, durun! Sevgilimi ve sevgilimin Dahûl
ile (s.372) Havmel, Tûdih ile Mikrât arasında kumluğun bitimindeki yurdunu
anarak ağlayalım.
Mekik dokuyan bir sanatkar gibi iki ayrı taraftan
ölçülü olan kuzey ve güney rüzgarları birinin örttüğü izlerini diğeri açtığı
için henüz o yerlerde sevgilimden kalan ocağın yeri vb. gibi şeyler yok
olmamıştır.
Benim derdimin devası, kalbimin şifası bol bol
gözyaşıdır. Fakat, burada ağlatacak bir hatıra kalmamış ki.
Sevdiğin Uneyze’nin yalnız dert, ayrılık ve uzaklığı
var. Ona ulaşamıyorsun. Me’sel’de sevdiğin Ummu’r-Rebâb ve komşusu
Ummu’l-Huveyris’de de böyle idin.
Onlar kalkıp hareket ettikleri zaman karanfil
bahçelerine uğramış saba rüzgarı esiyor gibi etraflarına misk kokusu yayılırdı.
Duygularım coştu, göz yaşlarım taştı, yüzümden aşağı
dökülüyor; kılıcımın bağını da ıslattı. Ah, bu kızların ne iyi günlerini gördün
sen İmru’u’l-Kays! Dâretu Culcul günü ise eşsizdi.
O gün altımdaki devemi genç kızlara kesmiştim. Devemin
(s.373) yerlerde kalan eşyasını kızlar paylaşıp kendi develerine almışlardı.
Genç kızlar devemin kızarmış etinden birbirlerine
ikram ediyorlardı. Devemin yağları bükülmüş beyaz ham ipek yumağı gibi idi.
Yine o gün yaya kaldığım için Uneyze’nin mahfesine binmiştim. Fakat rahat
durmadığım ve yükü bir tarafa ağırlaştırdığım için Uneyze “İmru’u’l-Kays,
devemi yaraladın in, sen inmezsen ben inmek zorunda kalacağım. Bunu da ister
misin?” diyordu.
Ben de ona “devenin yularını kendi haline bırakarak
yürü. Ey taze, beni meyvelerini toplamaktan uzaklaştırma. Ben nice hamile ve
nice emzikli kadınlara gece gitmiş ve henüz yaşını doldurmamış emzikteki
çocuğundan alıkoymuşum. Öyle ki; çocuğu ağlayacak olursa benden asla ayrılmayıp
“bir taraftan çocuğuna meme vermekle beraber aşkıma teslim olamaya devam
etmiştir.”[7] Sen ise bunlar gibi değil
bugün engelsiz sever ve sevilebilirsin dedim.
Bir gün yeminler ederek benden yüz çevireceğini,
uzaklaşacağını (s.374) bir kum tepesi üzerinde söylüyordu.
Ey Fatıma! Bu kadar naza gerek yok. Eğer gerçekten
beni terketmeyi aklına koydunsa açıkça söyleyebilirsin.
Sen bana her hususta dilediğini yapacak kadar
hükmettiğini zannediyorsan yanılıyorsun. Senin aşkınla öleceğimi ve her ne
emredersen kalbimin itaat edeceğini sanma.
Eğer benim bir huyumdan memnun değilsen kalbimi
kalbinden çıkarmakta hürsün.
Gözlerin zaten yaralı olan kalbimi iki ok ile diğer
bir yara açmak için yaşardı. Yünden veya at kılından yapılmış evine girmek
kimsenin aklından bile geçmemiş olan nice mahfe yumurtalarıyla[8] hiç aceleye gerek görmeden
eğlendim. Fakat onlara ulaşıncaya kadar onları bekleyen ve bulsalar beni bir
kaşık suda boğmak isteyen bekçileri geçtim. Ülker yıldızı ardındakilerle
birlikte gökte, kızların bellerindeki üzerleri mücevherlerle süslü kemerlerin
durması gibi bir vaziyet alınca yanına girdim. O kız uyumak üzere elbisesini
çıkarmış, yalnız ince bir elbiseyle kalmıştı. Beni görünce şaşkınlık ve hayret
içinde “Vallahi senden hiçbir şekilde kurtulmak mümkün değil…Senin azgınlığını
da geçmeyecek gibi görüyorum” dedi.
Kendisini oradan dışarı çıkardım, yürüyorduk. Fakat o
kumlar üzerinde bıraktığımız izleri bozmak için ipekli hırkasının uçlarını
sürüyordu.
Yurttan çıkıp eğri kum tepeleri arasına girdiğimiz
zaman halhal takılı olan bacakları[9] dolgun, güzel olan o
kadını başının iki tarafındaki saçlarına sarılarak ince beliyle kendime çektim.
Sevgilim hem ince belli, hem de dolgundur. Yalnız
etleri sarkık (s.375) ve fazla olmakla beraber karnı da büyük değildir. Göğsü
ise bir ayna gibi parlaktır.
Rengi de düz ve beyaz değil suyunu ve gücünü suların
hiç kimsenin el değmemiş derinliklerinden alan inci tanesinin rengi gibidir.
Biraz sarıya çalan beyazdır.
Kum tepeleri bizi başkalarının görmesinden saklamışken
her iki tarafı kolaçan ediyor ve yüzünü ara sıra iki tarafa çeviriyor, yavrulu
geyik bakışıyla etrafından sakınarak bakınıyordu.
Gerdanı bir beyaz geyik gerdanı gibi ise de sade
onunki gibi süssüz de değil.
Bir hurma budağının salkımları gibi gür ve kömür kadar
siyah olan saçları arkasında muhteşem bir süstü. Kakülleri yukarıya doğru
taşıyor, çift örgü lüleleri birbiri arasında kayboluyordu. Bu naz ve rahatlık
içinde büyümüş olan sevgilimin kuşluk zamanında bile yatağının üstünde misk
zerreleri yayılırdı.[10] Sabah olur olmaz iş
görmek zorunda olan kadınlar gibi eteğini beline giymez.
Parmakları iş görmekten bozulmuş değil. Belki kum
içinde olan (s.376) kurtlar ve misvak yapılan dallar gibi yumuşak ve ince
uzundur.
Güzelliğinin ışığıyla akşamleyin karanlıkları dağıtır.
Sanki ibadet eden bir rahibin kandili gibidir.
Aklını başına almış adamlar bile böylesine kızlığında
olsun kadınlığında olsun ona tutulur (aşık olur), onu sever. Herkesin cahilliği
geçti; fakat benim kalbim senin aşkından senin sevdandan teselli bulmuyor.
Buradan sonra İmru’u’l-Kays ayrılık gecelerini ve
kendisine hayır hane nasihatte bulunanları anar ve tasvir eder. Sonra da içinde
ot ocak bulunmayan, her köşesinde ondan kovulmuş kumarbazlar gibi serserice
gezinen kurtlar dolu nice vadileri dolaştığını zikrederek muallakasına bir
vahşet rengi verir.
Sonra daha kuşlar yuvalarından çıkmamışlar iken çıplak
atıyla eğlendiğini söyler ve bundan sonraki iki beyit ile de atı hakkında
tasvir açısından bilinen, gerçekten güzel olan özelliklerini anlatır:
Bir anda hem ilerler, hem geriler, hem kendini
gösterir ve hem arkasını çevirir. Sellerin yönlerini bozup dümdüz yapmış olduğu
kayalar gibi de güçlüdür. Beli geyik gibi ince ve ayakları devekuşu gibi düz ve
diktir. Koşuşu kurt koşması gibidir. Ön ayaklarını kaldırdığı yere derhal
(s.377) arka ayaklarını koyması tilki yavrusununki kadar hızlıdır.
Havle’nin[12] Sehmed çakıllarında
bıraktığı eski evin izleri onun dişlerindeki dövme kalıntılarını andırıyor.
Bana arkadaşlarım hayvanlarını durdurarak bu kadar
yenilgi (s.378) gösterme, helak olacaksın, biraz tahammüllü ol diyorlardı.
Sevgilimden ayrılırken sabahleyin onu taşıyan kervanın
hörgüçlerine bakarken bir birinin arkasına dizilmiş yelkenli gemilere
benzettim.
O gemiler ki Adevl’in[13] veya İbn Yâmen’in[14] gemileri olup, kaptanı tarafından
saptırılır, sonra da yine yola çıkarlar.
O gemiler ki mufâ’il[15] eliyle toprağı ikiye
böldüğü gibi göğüsleriyle suyun dalgalarını yararlar.
Kabile arasında esmer dudaklı ve sürmeli gözlü bir
geyik vardır ki gerdanında birbiri üstüne bir sıra inci ve bir sıra yakut
dizilmiştir.
O yavrularını kendi hallerine bırakıp diğer geyikler
ile bol yeşillikli kumlukta otlamaya çıkmış, misvak ağacının meyvelerini
koparmak için boynunu yukarı kaldırmış olan geyiktir.
Esmer dudakları arasında tebessümü temiz bir kum
tepesi üstünde bitmiş güzel papatya gibidir.[16].
Sanki güneş kendi aydınlık ve parlaklığını o dişlere
ödünç vermiş gibidir. Fakat dudakları esmer olduğu gibi diş etleri de esmerdir[17].
Güneş sanki sevgilimin yüzüne kendi elbisesini
giydirmiştir. O kadar aydınlık, o kadar parlak, o kadar güzel renklidir.
Buradan (s.379) sonra Tarafe de devesini tasvire
başlayıp otuz beyti buna ayırıyor. Sonunda bu tasvirden kendini övmeye geçiyor.
Kavmim arasında “yiğit kimdir?” denilecek olursa
endirekt bir şekilde beni kastettiklerini zanneder ve baştan ayağa kadar güç
kuvvet kesilirim.
Benim daima dağ yamaçlarında bulunmam misafirden
korktuğum için değildir. Ne zaman ve her ne hususta olursa olsun bir işe
başlarlarsa ben herkesten önce hazırım.
Eğer beni kavmimin istişare için oluşturdukları
halkada ararsan bulursun. Meyhanelerde görülebilirim. Kavmim övünme kapısını
açacak olursa beni en soylu ve her hususta kendilerine başvurulan şerefli bir
ailenin en üstünde bulursun.
Arkadaşlarım (nedimlerim)[18] de asaletsiz kimseler
olmayıp, şerefli ve hür yıldızlar gibi beyaz herkesçe değerleri bilinen parlak
insanlardır.
Daima şarkılarıyla eğlendiren ve bize hizmet eden
cariye de zağferan ile boyanmış elbise giyinmektedir.
Nedimlerim bu cariyeyi sıkıştırdıklarından kendi de vücudunu
tatlı /s.380) bir dokunuş edası ile ram ettiğinden gerdanı daima açık ve
geniştir. Teni yumuşak, derisi incedir.
Biraz bize oku dediğimiz zaman ağırbaşlı davranarak
birdenbire atılmaz. Bakışları bir şeye takılmış gibi önüne bakarak yavaş yavaş
başlar.
Fakat ilerledikçe sesini o kadar hoş ve o kadar
hüzünlü bir şekilde idare eder ki; bu sesi yavrusunu kaybetmiş dişi devenin
duymakta olduğu yavrusunun sesine karşılık ve cevabı zannedersin.
Ben aşiretim beni terk edinceye kadar uyuzluğundan
dolayı üzerine katran sürülüp tek başına salıverilen deve gibi beni yalnız
bırakıncaya kadar şarap içmekten gerek miras yoluyla gerek miras dışında neye
sahip isem tümünü harcamaktan ve zevk ve isteklerle meşgul olmaktan vazgeçtim.
Fakat beni aralarından çıkardılarsa da ne fakir olup,
onca iyiliğimi görmüş olan yoksulların, hatta ne de kendileriyle iyi
geçinmemden dolayı deriden çadırlarda yaşayanların beni unutamadığını anladım.
Ey beni savaşa girmekten ve zevklere dalmaktan men
eden! Bunları terk edersem sonsuza dek yaşayacağımı sen taahhüt edebilir misin?
Madem ki benden ölümü uzaklaştırmaya gücün yetmiyor, o halde bırak. Neye
sahipsem harcayarak ve zevkle her gün ölüme doğru süratle gideyim.
Eğer üzerine su katıldığı zaman köpük bağlayan kırmızı
şarabı herkesten önce içmek ve düşmandan korkusu sebebiyle benden yardım
isteyen kimseye doğru az eğri ayakla[19] insandan ürken veya suya
doğru tabanı kaldırmış pis bir kurt gibi koşan atımı sürmek ve onun imdadına
yetişmek ve bulutlu günlerde çadır altında güzel ve tombul bir kadın ile günü
kısaltmak olmasaydı talihine yemin ederim ki hastalığımda ziyarete gelenlerin
yanımdan ümitlerini keserek veya ümitli olarak ayrıldıklarına asla önem
vermezdim.
Cömert (s.381) olan hayatında kendini kandırır. Yarın
öldükten sonra hangimizin susuz kalmış olduğu anlaşılır. Cimri olan kimsenin
kabri elindeki avucundakini veren kimsenin kabrinden bir ayrıcalığa sahip
değildir. İkisi de üzerinde ekili taşlar bulunan bir toprak yığınıdır.
Ölüm zaten en çok yüce (değerli) olanları bulur. Cimrilerin
en değerli mallarını seçer. O halde cimriliğe ne gerek var?
Hayat her gece bir miktar azalmakta olan hazine gibi
olup günler ise hiç eksilmez. Hayatına yemin ederim ki insanın ölüm karşısında
zevkleri ve arzuları, ucu sahibinin elinde olan uzun ip ile bağlı bir hayvanın
otlayışına benzer.
Buradan sonra kendisini daima sıkıştıran amcazadesi
Malik’ten şikayete başlar. Hayatının sonuna yaklaştığını anlamış gibi
kardeşinin kızı Ummu Ma‘bed’e ben öldüğümde bana layık bir şekilde yakanı
yırtarak övgüler say ve ağla diyor.
Ve (s.382) muallakasına Hz. Peygamber tarafından
beğenilmiş olan:
“Günler sana bilmediğin şeyleri bildirir. Ve hiç
ummadığın, hatta hiçbir hazırlıkta bulunmadığın kimse sana ne haberler getirir”
fikrini içeren beyitlerle son verir.
Havmânetu’d-Derrâc ile Mutesellim’de soruma cevap
vermeyen kül ve ocak yeri gibi yurt kalıntıları acaba sevgilim Ummu Evfâ’dan mı
kalmadır?
Acaba yeşillik olduğu zaman sevgilimin geçici olarak
kaldığı biri Basra’ya yakın, diğeri Medine civarında olan kara çakıllıklardaki
sellerin ortaya çıkarmış olduğu kollardaki (s.383) bozulmuş dövmelerin
yenilenmesi gibi görünen izler de mi ona aittir? Buraları çoktan beri
terkedilmiş olduğundan büyük gözlü yaban öküzlerinin ve beyaz geyiklerin mekanı
olmuş. Bir biri ardında buralarda geziniyor, yavruları analarından süt içerken
her tarafa zıp zıp sıçrıyorlar.
Buralarda bugünkü bulunuşum aradan yirmi yıl geçtikten
sonradır. Şimdi izleri kaybolmuş ve silinmiş ve aradan bu kadar zaman geçmiş olan
yurdu çok güç seçebildim.
Tencere altında iyice kararmış birkaç taş ve üzerine
gelen yağmur içine girmesin diye çadırın etrafına açılmış olan arkın izleri
yavaş yavaş şüphemi yok etti. Ben de yurdu tanıyınca bir selam verdim. Ey yurt,
hayırlı sabahlar, benden sana selam olsun dedim.
Cursum suyu üstünden yukarıya doğru göçen birkaç kadın
mahfesi görebiliyor musun? Ey arkadaş, hele bir bak. Suyu deve üzerinde
konulmuş ve etrafı kardeş kanı renginde olan değerli atkılar ile örtülmüş kadın
mahfelerini görüyor musun?
Res vadisine elin ağza gelmekte hiç hata etmediği gibi
doğruca sabahleyin erkenden giden yolcuları görebiliyor musun? Onların arasında
güzel sevenler için sevilecek ve hayran olarak bakılacak bir güzel vardır. Her
kondukları yerde mahfelerinin süslerinden olan yün atkıların bıraktığı
parçacıklar, ezilmiş tilki üzümü gibidir. Suya geldikleri zaman durgun ve temiz
buldukları için inip su başında dinlenirler.
Kureyş ve Curhum ileri gelenlerinin bina ettiği ve
etrafını tavaf ettikleri beyte yemin ederim ki siz ey Herim b. Sinan ve ey
Haris b. ‘Avf sıkıntılı zamanlarda şerefli ne iyi beylersiniz.
Yok olma (s.384) derecesine gelmişken ve Menşem’in
ıtrı[21] hemen hemen hiçbir
kimseyi bırakmayacak iken ‘Abs ve Zubyân’a yetiştiniz.
Bu iki kabile arasındaki barış, mal harcamak veya
güzel sözlerle (iyilik yoluyla) olabilirse biz bu ikisini de yaparak aralarını
buluruz dediniz.
Buradan sonra Zuheyr bu iki kişiyi tasvir ediyor.
Ahdini bozma sevdasında bulunan Zubyân kabilesine hitaben şöyle söylüyor:
Komşularıma ve Zubyân kabilesine söyle! Siz barışı
bozmak için yemin mi ettiniz?
Kalplerinizdekileri gizli kalması için saklamayın. Her
ne zaman kalbinizde bir şey saklarsanız bilen bir Allah vardır. Bu ahdi
bozmanızın günahı amel defterinize yazılır da hesap gününe kadar cezası
geciktirilir veya daha önce cezalandırılır da intikama uğrarsınız.
Savaş (s.385) yine o bildiğiniz ve tattığınız şeydir.
Bu dediğim şey de anlamsız, saçma bir söz değildir.
Savaş ateşini tahrik edecek olursanız herkes sizi
kınayacak ve savaş ateşi kızıştıkça kızışacaktır.
Savaş sizi değirmen taşının unu öğüttüğü gibi öğütecek
ve işi azıttıracaksınız.
Hayatın zorluklarından bıktım. Seksen sene ömür süren
–o baban olmaya- elbette usanır.
Bugün ve dün olanı bilebilirim. Fakat yarın ne olacağını
bilemem.
Birçok şeyde insanlara hoşgörülü olmayan kimse
dişlerle ısırılır, ayaklarla çiğnenir.
İyi davranışlarıyla kendi ırz ve namusunu korumayan,
iyilik ve ihsanlarıyla kınama kapılarını kapamayan, yani sövülmekten korkmayan
sövgü görür.
Zengin olup da iyilikte bulunmayan kimseden kavmi
uzaklaşıp onu kınamakla meşgul olurlar.
Sözünde duran kınanmaz. Kalbini rahatlatacak bir
iyiliğe eriştirmiş olan incinmez.
Bir kişi ölümden her ne kadar korksa da onu bulur.
İsterse merdiven kurup göğe çıksın fark etmez.
Fakat iyiliği layık olmayan kimseye yapan bir kişi de
övülecek yere kınanır ve kendi de pişman olur.
Yerinde duran kargılara isyan eden sonunda daha
uzunlarına itaate mecbur kalır.
Silahıyla kendi kabilesini korumayan ve savunmayanın
haremine girerler. İnsanlara zulmetmeyen de zulüm görür.
Bir kimse gurbete çıkarsa henüz tanımadığı kişiler
arasında olduğundan dostunu düşman zanneder. Kendisine saygısı olmayan saygı
görmez.
Bir kişi her ne zaman (s.386) bir kötü huyunu
herkesten saklayabilirim zannederse kendini aldatmış olur. Çünkü bu kötü huyu
bilir ve görürler.
Sustuğunda hoşa giden birçok kimseyi görürsün ki eksik
bir özelliğe sahip olduğu söze başlayınca anlaşılır.
Kişinin yarısı dili ve yarısı da kalbidir. Bunlardan
başka kişi et ile kandan başka nedir?
Yaşlılıkta azgınlığın sonu kabirdir. Genç ise
hatalarından (sefihlik) sonra aklını başına alır.
4. LEBÎD (s.387)
B. RAB‘ÎA:[22]
Munâ’daki diyarın gerek geçici oturan ve gerekse uzun
süre ikamet edenlerinden hiçbir iz kalmamıştır. Gûl ve Racâm dağları birer
vahşet yeri olmuştur.
Reyyân dağından su inen yerler sellerden bozulmuş,
kalan bazı kısımlar taş üzerine oyulmuş eski yazılar gibi yer yer
görülmektedir.
İkamet edenlerin ayrılmasından sonra haram ve helal
aylarıyla nice yıllar geçmiştir.[23]
İlkbaharın gök gürültülü ve bol bol yağan yağmurları
buralara yağmıştır. Yani buralarda bol bitki ve yeşillik vardır.
Bu diyar geceleyin yağmur yağdıran bulutlar,
akşamleyin ufku saran yoğun bulutlar ve birbirlerine bir oradan bir buradan
seslenen bulutların lutfunu (yağmurunu) görmüştür. [24]
Bu yağmurlarla eyhekân denilen yabani cırcır ağacının
dalları yükselmiş ve bu ağaçlarla dolu vadisinin her iki tarafında güvenli bir
yer halini almış olduğundan geyikler yavrulamış ve deve kuşları yumurtaya
oturmuşlardır.
Vahşî inekler (s.388) henüz bir aylık olmamış
yavrularını burada koruyup beslemekte ve yetişmiş olan yavrular da burada sürü
hâlinde gezinmektedirler.
Kalemlerin bozulmuş yazıları yeniden yazıp ortaya
çıkardığı gibi, bu yerlerde toprak altında kalmış olan izler de seller
tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Sellerin kalan izleri çıkarması, dövme yapan kadının
dövmeleri güzelce elinden geçirmiş olduğu sürme veya çivit ile tekrar
yenilemesine de benzer.
Durdum ve bu diyara sordum. Fakat bu diyardaki dilinden
anlamadığım ve ebediyen konuşamayan şeylere sormaktan ne çıkar?
Hepsi burada ikamet etmekteyken çadırlarının etrafına
açtıkları arkları ve çadır deliklerini kapatmak için kullandıkları saz
topaklarını sana bırakarak bir sabah ansızın seni terk edip gittiler.
İnce ve kalın değişik örtüler ile üzerleri ve yanları
örtülmüş yerlerine, mahfelerine kadınların takım takım girdiklerinde
ağırlığından dolayı hayvanlar üzerinde bulunan çadır direkleri gıcırdayarak
Tûdıh vahşi ineklerinin dişleri gibi güzel gözlü ve Vecre beyaz geyiklerinin
yavrularını yanında bulamayınca etrafını aranması gibi mahzun bakışlı
kadınların ve kabilesinin göçmeleri seni heyecana ve üzüntüye sevk etti.
Onlar (s.389) hayvanlarını sürüyorlarken serabın
etkisiyle büyük ağaçları korumalarıyla Bîşe vadisinin kıvrım yerleri gibi
görünüyorlardı. Fakat sen ey bahtsız adam Nevâr’a[25] ait ne düşünebilirsin?
Kavuşma vesilelerinin en güçlüleri kesildiği gibi,
zayıf bir sebep, bir ümit de kalmamıştır.
Ey adam, sen ulaşamayacağın
güzelden arzunu kes. Hülyaya dalma. Dostluk sürenlerin en hayırlısı sevdiğinden
ümit kapısı kapanınca ilişkisini kesebilenlerdir.
Seni sevene sen de dostluğa eksiklik getirecek bir hal
ortaya çıktığında terk edebilmen baki olmak üzere karşılık ver.
Buradan sonra sevgide bir sorun oluştuğunda dostundan
nasıl bir deve ile ayrılabileceğini anlatmak için devesine de otuz beyit
ayırıyor. Bu arada vahşi hayvanlardan bazılarını çok güzel bir biçimde tasvir
ediyor; bir çift yaban eşeği suya doğru koşarlarken arkalarında bıraktıkları ince
ve uzun tozu, yakılmış bir ateşin dumanına benzetiyor ve kamışlık bir dereden
su içmelerini adeta bir tablo çizer gibi anlatıyor.
Sonunda kuşluk vaktinde parlaklıklar –lu‘âbu’ş-şems-
dans ettiği zamanda ve tepeler seraptan birer elbise büründüğünde işte bu
devemle kendimi eğlendirdim diyor.
Sonra sevgilisine hitap ediyor:
Nevâr benim sevgi sözüne bağlı ve icabında terk
edebilme gücüne de sahip olduğumu bilmez mi? Ölüm dışında hiç bir şey
istemediğim yerde oturmana sebep olamaz. Sen pekala bilirsin ey Nevâr, ben nice
hoş, güzel gecelerde arkadaşlarımla sohbetler yapmış ve onlara en pahalı
şaraplar içirmişim.
5. ‘AMR (s.390)
b. KULSÛM:[26]
Ey kadın, artık kalk. Sabah oluyor. Büyük kadehinle
bize sabah şarabı ver (s.391). Enderin şarabından geriye hiç bırakma. Biraz da
su kat ki üzeri Hıss’a[27] da benzesin.
Bu şarap her iş sahibine işini gücünü unutturur, mest
eder. Eli sıkı olan cimriyi kendisine bir iki defa sunulduktan sonra bütün
malını hiçe saydığını görürsün.
Ey Ummu ‘Amr, Kadehi sağdan vermen gerekirken sen
bizden dolayı sola doğru çevirdin.
Fakat sabah şarabı vermediğin hem bizim diğer kalan
ikinin kötüsü değildir ey Ummu ‘Amr.
Ben nice kadehler içmişim Ba‘lebek’te, ne kadehler
devirmişim Dımaşk’ta ve Kasirîn’de.
Bize ölüm nerede olsa yetişecektir. Çünkü biz ona, o
da bize mukadderdir.
Ey sevdiğim, mahfeni taşıyan deveni durdur da
ayrılmadan önce sana söyleyeceğim ayrılık derdimi anlatayım, sen de bana anlat.
Böyle hızla ayrılmak neden icap ediyor? Nasıl olsa ayrılacağımız için mi acele
ediyorsun? Yoksa sevgisinden emin olduğun sana bir ihanette mi bulundu? Biraz
deveni durdur da anlayalım.
Bugün (s.392) ve yarın ve yarından sonraki gün
bilemediğin olay ve hadiselerin kaynağıdır. Yabancıların bulunmadığı bir yere
gidersen sana uzun boyunlu, henüz doğurmamış, beyaz develerin kolları gibi etli
iki kol, fil dişinden yapılmış hokka gibi henüz dokunulmamış yumuşak meme, uzun
boy ve arkadan ağır gelecek kadar bir kalça gösterir.
Bir de kapı almayacak kadar[28] arka etleri, özellikle
bir de bel gösterir ki; beni de çıldırtan odur. Baldırları da fil dişinden veya
mermerden iki sütundur ki salına salına gittiğinde halhalları ses verir.
Dokuz çocuğundan hepsini kaybetmiş ak saçlı kadıncağız
benim ayrılıktan kaynaklanan üzüntüm kadar hüzünlü değildir.
Akşamleyin sevgilimin develerini görünce yine aşk ve
sevda zamanlarım aklıma geldi.
Yemâme (s.393) köyleri ellerdeki yalın kılıçlar gibi
kendini gösterdi. Ey ‘Amr b. Hind, bize karşı süratle harekete kalkışma!
Şerefimizi ve gurur duyulacak şeylerimizi biraz dur da sana anlatalım.
Bizler harbe bayraklarımız beyaz gireriz de, kandan
kıpkırmızı olarak bayrak elde çıkarız.
Krala bile boyun eğmediğimiz herkesin bildiği bizim
parlak ve uzun günlerimiz vardır. Başı hükümdarlık tacıyla süslenmiş nice
efendiler, nice sığınanlar üzerinde etlerimizi yularları çekilmiş üç ayağı
üzerine durup dördüncüsünü koy vermiş olduğu hâlde bıraktık.
Bundan sonrası ‘Amr b. Hind’e hitaben söylediği
kahramanlık şiirleri (hamâsiyyât) olup babalarının, atalarının ve kabilesinin
fertlerinin menkıbeleri ve övgülerini anlatır.
Şairler söylenecek ne bıraktılar. Söylemeye değer bir
şey bırakmadılar ki…Yoksa sen sevgilinin yurdunu biraz düşündükten sonra
buldun, yerini tayin ettin mi?
Ey (s.394) ‘Able’min Cevâ’daki yurdu, bana cevap ver,
seni göreyim. Ey ‘Able’nin yurdu hayırlı sabahlar. Sana bin selam olsun.
Bu yükseklikteki bir köşke benzeyen devemi orada
durdurdum.
‘Able Cevâ’da oturmaktadır. Biz ise ovada Sammân ve
Mutesellim’deyiz.
Ummu’l-Heysem’den[30] sonra tek ve tenha kalan
yurt , sana selam olsun.
Buluşmak isteği artık benden geçti. Çünkü o düşmanlar
arasına inmiştir.
Bilmem ne sihirli etkidir…Bir bakışıyla beni kendine
meftun etti. Halbuki kabilesi ile aramızda kan vardır. Kalbimin değerli bir
sevgilisi oldun, başka bir şey zannetme.
Ancak onu ziyaret hemen mümkün değildir. O
‘Uneyzeteyn’de, biz ise Gaylem’de oturuyoruz. Eğer sen benden ayrılmaya karar
verdiysen… Fakat gece karanlığında hayvanların hazır edilmesine bakılırsa buna
hiç şüphe yoktur. Sevgilimin kervanında tamam kırk iki tane simsiyah deve
vardır.
Hayvanların hazırlanması beni üzdüğü gibi sevgilimin
öpülüşü tatlı ve aralarından görünen dişleri beyaz olan ağzı da aklımı başımdan
alıyordu.
Öyle bir ağız ki sen her öpüşünde senden önce kimsenin
kullanmadığı miski, hafif yağmurlar ile hiç ayak basılmadık bir bahçenin
çiçeklerindeki güzel kokuları gibi bulursun.
Öyle (s.395) bir bahçe ki üzerine yağan yağmurlardan
dolayı içindeki çukurluklar suyun temizlik ve berraklığından gümüş parçası gibi
görünür. Arı burada şu çiçekten bu çiçeğe mırıldanan (terennüm eden) bir
sarhoşun sesi gibi şarkı söyleyerek dolaşmaktadır.
Çiçekler üzerine konduğu zaman da çolak adamın ateş
yakabilmek için kollarını diğerine sürtmesi gibi iki ayağını birbirine
sürtmektedir.[31]
Sevgilim kaba yatak üzerinde akşamlar. Ben ise ağzı
gemli siyah at üstünde….Yatağım ise sağlam ayaklı atımın üzerindeki eğerdir.
Buradan sonuna kadar kendi cesaret ve yiğitliğinden
bahseder ve bedevilerce değerli olan bazı yüce özelliklere sahip olduğunu
anlatır.
7. HÂRİS (s.396)
b. HİLLİZE:[32]
Esma bizden ayrılmak üzere olduklarını söyledi. Uzun
süre kalmasından dolayı kendisinden bıkılan vardır. Fakat Esma böyle değil.
Muhayyât, Burkatu Şemmâ’, ‘Âzib, Vefâ’ vs. yerlerinde
sevgilimi bulamadığım için bugün buralarda çocuk gibi ağlıyorum. Fakat
ağlamaktan ele ne geçer?
Sana gidecek olduklarını gösterdiği yüksek yerde işte
Hindim’in[33]
ateşini iki gözlerinle uzaktan görüyorsun. Hazâzî’de o ateşi görüyorsun. Fakat
ateşten ısınabilir misin. Ne uzak…
‘Akik mevkilerinin arasında Hind’in yaktığı o ateş
güneş doğuşunun kızıllığı gibi bir levha oluşturuyordu.
Şu kadarı var ki, hızlıca oturmağa son vermek
gerektiğinde hızla yürüyen devemle ben keder ve üzüntülerimi dağıtırım.
Bundan sonrası devesini övgüye, kahramanlığına, savaş
tasvirine dairdir. Devesinin hızlı yürüyüşünü yavrularını yuvada bırakmış,
avcıların kendisine yaklaşmasını ve akşamın gelmekte olduğunu hissetmiş
devekuşuna benzetir. Ve şöyle der:
Her ne kadar bizi musibet ve sıkıntılara maruz
bırakıyorsa da tepesi bulutları yaran (s.397) koca siyah dağ bu sıkıntılardan
etkilenir mi?
Milha ve Sâkib arasında yaptığımız savaşı açarsanız
orada düşmanlarımın çürümüş cesetlerini ve henüz çürümemiş olanlarını
görürsünüz.
Münakaşaya kalkarsanız bu bir gerçeği ortaya çıkarmaz.
Kimi enine, kimi boyuna çeker.
Fakat susar ve bu susmanızla gücümüzü itiraf ederseniz
biz de çöre çöpe rağmen gözümüzü kaparız.
Dostluğumuzu ve barışçılığımızı kabul etmezseniz size
kim dedi ki bizden üstün bir kabile vardır.
* Bilgi Mecmuası (Yıl 1, Sayı 1, Teşrîn Sânî 1329-1330, s.364-397)’nda yayınlanan “Arap
Edebiyatı” başlıklı makalenin Osmanlıca aslından içindeki Arapça şiirler
çıkarılarak sadeleştirilmiş şeklidir.
** Bâyezîd Dersiâmlarından.
*** Dr., Süleyman Demirel
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
[1] Eser Mısır adalet bakanı Ahmed
Fethî Zağlul Paşa tarafından bu isimle Arapçaya çevrilmiştir.
[2] İslâm alimlerinden bazıları
dilleri ortaya koyanın Cenâb-ı Hak, diğer bir kısmı da insan olduğu
görüşündedir.
[3] İslamiyetten önceki şairler
tabakasına verilen isimdir. Arap şairleri bu ve İslamiyetten önce ve sonra
yaşamış olan (Muhadramûn), İslamiyetin birinci asrında yetişmiş bulunan
(İslâmiyye) ve bu asırdan sonra ortaya çıkan (Muvelledûn) ile dört tabakaya
ayırmışlardır.
[4] İmru’u’l-Kays, Tarafe b. el-‘Abd,
Zuheyr b. Ebî Sulmâ, Lebîd b. Rabî‘a, ‘Amr b. Kulsûm, ‘Antera b. Şeddâd, Hâris
b. Hillize.
[5] Eski Yunanların olimpiyatları
gibi, Suk-u Ukaz/Ukaz panayırı adıyla daha çok şiir ve edebiyatla ilgili olmak
üzere Zu’l-ka’de başında her yıl Taif civarında Araplar da bir panayır
düzenlerlerdi. Araplara göre burası bir edebiyat sergisi sayılırdı. Hatipler
develeri üzerinde insanlara hutbelerini okur, şairler de deriden yapılmış
çadırlarda oturan jürilere kasidelerini okurlardı. Rivayete göre bu
kasidelerden beğenilenler mısır ketenleri üzerine yazılıp Kabe duvarına
asılırdı. İşte bu yedi şairin kasideleri Ukaz Panayırında değerlendirilip Kabe
duvarına asılmış olduğu için muallaka adıyla nitelenmiştir. Bir de Beni Umeyye
idarecilerinden bazılarının seçtirdiği el-muallakat es-sevânî vardır.
[6] İmru’l-Kays şiddet adamı demek
olup kendisinin asıl ismi Cendah’tır. Babasının Beni Esed tarafından
öldürülmesinden önceki aşk ve sevda ile geçen hayatı ile sonraki hayatı
tamamıyla birbirinden farklıdır. Öyle ki, babasının intikamını almadıkça şarap
bile içmemeye, başını yıkamamaya karar vermiştir. Fakat babası öldürülmeden
önce belki çok yakışıklı, seçkin ve soylu olan İmru’u’l-Kays gayet gururlu ve
mutlu bir hayat geçiriyor, en güzel kızları bile beğenmezlik ediyor ve kızlara
şu soruları soruyordu: Sekiz ve dört ve iki nedir? Bu sayıların toplamı olan on
dört cevabını veren kızı almıyordu. Bir gece yanında koruyucu bir erkekle giden
bir kıza da aynı soruları sorup “sekiz yırtıcı hayvanların, dört devenin, iki
güzel kızların memeleridir” cevabını alınca bu kızı babasından isteyerek
evlenmiştir. Bununla beraber amca kızı Fatıma-Uneyze ile de ilişkide bulunuyor,
güzelliğini ve aralarında geçenleri çok
açık bir şekilde muallakasında tasvir ediyordu. Buna kızan babası, Rabîa
adındaki kölesine oğlunu öldürüp gözlerini kendisine getirmesini emretmiş ve
köle de efendisinin emrini yerine getirmiştir. Fakat bir müddet sonra efendi
pişman olduğundan köle Rabîa oğlunun hayatta olduğunu kendisine müjdelemiş ve
getirdiği gözlerin bir geyik gözü olduğunu söylediği şeklinde bir efsane
İmru’u’l-Kays hakkında anlatılmıştır.
Muallakası İmru’u’l-Kays’ın hayatının ilk dönemlerinin
çok parlak ve açık bir aynasıdır. Sevgilisi Uneyze’nin arkadaşlarıyla Dâretu
Culcul denilen bir göle gideceğini haber alan İmru’u’l-Kays onlardan önce göl
etrafında bir yere saklanır. Kızlar gelip elbiselerini çıkarırlar ve
İmru’u’l-Kays’ın orada olduğunu anlamazlar. Onlar suya çıplak olarak
girdiklerinde saklandığı yerden çıkar ve hepsinin elbiselerini toplar. Kızlar
çok zor bir durumda kaldıklarını anlarlar. İmru’u’l-Kays sevgilisi Uneyze’ye
kendisini su dışında çıplak olarak görmedikçe elbisesini vermeyeceğine yemin
eder. Sonunda başarılı olur. Fakat günün pek çok zamanı geçmiş ve kızlar
yorulmuş , acıkmış olduklarından İmru’u’l-Kays altındaki deveyi kesip gayet
güzel bir et ziyafeti verir, şarap da bulur. Sonra kabilelerinin ikamet yerine
akşama doğru İmru’u’l-Kays Uneyze’nin mahfesinde olduğu halde hep beraber
dönerler. Muallakasının başında bu olayı tasvir etmiştir. Bu hayatının birinci
dönemine ait olan muallakası en güzel şiiridir. Mısır’da basılan divanında da
bazı güzel kasideleri vardır. Bunlarda babasının intikamını almak için Ben-i
Esed ile değişik kabilelerden topladığı adamlar ile yaptığı savaşlardan ve
derbeder bir hayattan bahseder. Hatta Rum Kayserine (?) müracaat ettiği de
görülür. Kayserin kızı kendisine aşık olmuş ve aralarında aşk ilişkileri
yaşanmış olmakla beraber buradan dönüşünde Ankara civarında kayserin adamları
tarafından giydirilmiş zehirli bir elbisenin etkisiyle ölmüş olduğu rivayet
edilir. Divanında bu müracaatı ve Ankara civarında medfun bir Kayser kızına
ölümü esnasında söylemiş olduğu hüzünlü bir kıtası vardır. Sözleri son derece
fasih, ve üslubu güçlü olmakla birlikte aşk ilişkilerini çok açık ve müstehcen
söylemekten çekinmez. Diğerlerinde görünen iffet İmru’u’l-Kays’da asla yoktur.
Muallaka ve divanı Almancaya tercüme edilmiştir.
[7] Tırnak içindeki kısmın mefhum
tercümesi yapılmıştır.
[8] Araplar kadınları, el
dokunulmamak, saklamak, korumak yönüyle ve beyazlıkta yumurtaya benzetirler.
[9] Arap kadınları kollara takıldığı
gibi ayaklara da bilezik takarlar.
[10] Yani kuşluk zamanına kadar uyur.
[11] Genç ve soylu bir şair olan
Tarafe’nin hemşehrisi Arap krallarından ‘Amr b. Hind’in hizmetinde olanların en
önemlilerinden biri ‘Abd ‘Amr idi. Hemşehrisinin Tarafe’ye eşinden bir şikayeti
Tarafe’yi eniştesini hicve sevk etmiş ve hicvi kral ‘Amr b. Hind duymuştu.
Kralın verdiği bir yaban eşeğini avda yanında bulunan ‘Abd Amr’ın kesememesi
Tarafe’nin hicvini ‘Abd Amr’a okumasına sebep olmuş ve buna kızan ‘Abd ‘Amr da
karşılık olarak Tarafe’nin kendisi hakkında söylemiş olduğu hicvi okumuştur ki Tarafe ölmeden evvel kendisini
hicvetmesin diye Mutelemmis ile beraber ellerine birer kağıt vererek Tarafe’yi
öldürülmek üzere Bahreyn’deki (Ma‘lemi) adındaki valisine gönderdi .
Kralın yanından izzet ve ikram ile ayrılıp Bahreyn’e
giderlerken Hîra’da yaşlı ve tecrübeli olan Mutelemmis kağıdını bir çocuğa
okutmayı akletti. Ve derhal kağıdı parçalayıp Hîre gölüne attı. Asaletinden
dolayı gururlu olan Tarafe yoluna devam etti. Bahreyn’e ulaştığında soyluluğuna
hürmeten vali kendisine kaçması için imkanlar verip birkaç gün ağırdan almışsa
da nihayet Abdulkays gençleri kendisini şarap içerlerken öldürmüşlerdir. İşte
Bahreyn veya herhangi bir yolculuğunda gemiyi görmüş olan Tarafe muallakasında
bu bilgisinden yararlanmıştır. Mufaddal’ın rivayetine göre Tarafe muallakasını
Bahreyn seyahatinde söylemiştir ki gemiyi de bu seyahatinde görmüş olması
tabiidir.
Hayatı küçümsemek en çok gençlerde görüldüğü gibi, genç
Tarafe’nin de en güzel beyitleri bu konuda söyledikleridir. Bunların içinde
hikmetli olanlar da vardır. Bunlarda Tarafe az yaşayacağını ölmeden öncesinde
hissetmişçesine (his kable’l-vukû‘) ölümden çok bahsetmektedir. Bazıları ise
darbı mesel hükmüne girmiştir. Kaside kulakta birinci sayılırdı. Muallakasından
başka bazı şiirleri de olup bunları İbnu’s-Sikkît şerhetmiştir. Tarafe
öldürüldüğü zaman yirmi veya yirmi altı yaşında idi. İbnu’l-Enbârî’nin muallakası
üzerine yazmış olduğu şerhi (ustur tugardili Ritscher) adında bir
müsteşrik İstanbul’da yayınlatmıştır.
[13] Bahreyn kabilelerinden birinin
adıdır.
[14] Bu kabileye mensup bir adamdır.
[15] İçine bir şey gizlemiş olduğu
toprak kümesini eliyle ikiye ayırdıktan sonra karşısındakine bunlardan birisini
seçtiren ve sonucunda kazanan veya kaybeden bir tür kumarbaz.
[16] Yani dişleri parlaklık ve
düzgünlükte papatyanın beyaz kısmına benzer.
[17] Arap kadınları dişlerinin
beyazlıkları tamamen görünsün diye dudak ve diş etlerine sürme sürerlerdi.
[18] Nedimler anneleri cariye
olduğundan dolayı beyaz renkli değildir.
[19] Çok olmamak kaydıyla atta eğrilik
makbuldur.
[20] Arapların en büyük şairlerinden
birisidir. Bir menfaat amacıyla medih tarzında söylediği şiirlerinde büyük
sayılan diğerlerini İmru’u’l-Kays, Nâbiga, A‘şâ’yı geçmektedir. En büyük
özelliği îcâz ve medihlerinde bile gerçekten uzaklaşmamasıdır. Kendisi şair
aileden yetiştiği gibi şiir ailesi de yetiştirmiştir. Baba ve dayısı, Sulmâ ve
Hansâ’ adındaki kız kardeşleri şair olduğu gibi, oğulları Ka‘b ve Buceyr de
şair idiler. Bu muallakasında pek çok asar intibah vardır.
Mesela genç Tarafe muallakasında ne kadar ferdî
görünüyorsa Zuheyr o kadar toplumcudur. Abs ile Zubyan kabileleri arasında
devam eden savaşın çok kötü sonuçlar verecek ve vermekte olduğundan dolayı
bunların aralarını bulanlara teşekkür eder ve savaşın bir bela olduğunu söyler.
İbn Kuteybe’nin dediği gibi inançlıdır. Yani ahirete, hesap ve kitaba inanır.
Seksen yaşında olan Zuheyr’in muallakasında ifade ettiği gibi hayatın
zorluklarından usandığı ve gideceği meçhul dünyayı düşündüğü anlaşılıyor.
Muallakasının sonundaki beyitler Arapların en hikmetli saydıkları meşhur
beyitlerdendir. Hz. Ömer (r.a.) ona şairlerin şairi der. Ve şiirlerini de çok
beğenirdi.
Övgülerde bulunduğu Herim b. Sinan’ın Zuheyr’e giydirmiş
olduğu elbiselerin ne olduğunu Hz. Ömer Zuheyr’in oğluna sormuş ve “dehr
eskitti” cevabı üzerine “fakat senin babanın Herim’e giydirdiği elbiseleri dehr
eskitmedi” demiştir.
Şiirlerinin mükemmel olmasına çok önem verirdi. Hatta bir
ay süresinde söylenmiş şiirlerini bir sene düzeltmekle uğraşırdı. Bunun için
kasidelerine “Havliyyât” adı verilir .
Meşhur nahivcilerden İbnu’l-Enbârî’nin bunun muallakasına
da şerhi olup Tarafe muallakası şerhini neşrederken adı geçen müsteşrik
Ritscher onu da Leipzig’de bastırmıştır. Bunun bir de Mısır’da basılan divanı
vardır.
[21] Menşem adındaki koku satan bir
kadından bir kabile bir kase dolusu koku alıp düşmanlarına karşı birlik işareti
olmak üzere hepsi o kokuya ellerini batırmışlar ve savaşa başladıklarında
düşmanları tarafından hiçbiri kalmaksızın öldürülmüşlerdir, Onun için bu kadına
izafeten ‘Itru Menşem Araplarca uğursuz bir koku sayılır.
[22] Lebîd İmru’u’l-Kays ve Tarafe’den
sonra gelir. Lebîd İmru’u’l-Kays’ın kendinden iki, Tarafe’nin de bir derece
daha üstün (yetenekli) olduğunu tasdik ve itiraf eder. İmru’u’l-Kays’tan sonra
Tarafe’nin geldiğini bize bildirmektedir.
Lebîd’in Arapların secde ettikleri şiirleri
bulunmaktadır. “Kalemlerin bozulmuş yazıları yenilemeleri gibi, seller
terkedilmiş yurtta topraklarla örtülmüş olan izleri açığa çıkardı” anlamında
olan muallakasındaki bir beyte Ferazdak’ın bile secde ettiği rivayet edilir.
Kendisi Muhadramûn şairlerdendir. Yüz yirmi yıllık ömrünün yarısını Cahiliyede,
diğer yarısını da İslam’a girdikten sonraki dönemde geçirmiştir. ‘Antera gibi
şairler ve usta binicilerden sayılır. Yurdu tarif ve tasviri diğerlerinin
muallakasından daha ayrıntılı ve daha hoştur. Cahiliye Araplarının söylediği
sözlerin en doğrusu olduğu Hz Muhammed tarafından ifade ve tasdik edilen
“Allah’tan başka her şey batıldır” anlamındaki mısranın sahibi de Lebîd’dir.
[23] Haram ayları Zilkade, Zilhicce,
Muharrem, Recep, diğer kalanlar da helal aylardır.
[24] Kışın yağmur genellikle gece,
yazın da akşam üzeri yağarmış.
[25] Sevgilisinin ismidir.
[26] Genç Tarafe’nin katili olan ‘Amr
b. Hind’i öldürerek kendi gibi diğer bir şairin intikamını almıştır. Şairlerden
olduğu gibi Arapların iyi binicilerinden sayılır.
Bir gün kral ‘Amr b. Hind “Arapların içinde annesi anneme
hizmet etmeye tenezzül etmeyen bir kimse biliyor musunuz” diye sorup, “babası
Muhelhil b. Rabî‘a, amcası Arapların en şerefli ve muhteremlerinden Kuleyb
Vâil, kocası Arapların usta binicilerinden Kulsum b. Mâlik, oğlu ‘Amr b. Kulsum
olan Leyla’dan başka kimseyi bilmeyiz” cevabını alınca bir deneme yapmak
istedi. ‘Amr b. Kulsûm’u kendi ziyaretine, onun annesini de annesini ziyarete
davet etti. ‘Amr b. Kulsum Beni Tağlib’ten yanına aldığı adamlarla, annesi
Leyla de yine Tağlibli kadınlarla davete gitmek için yola çıktılar. Bunlarla
buluşmak üzere ‘Amr b. Hind ve anası Hind de gayet muhteşem çadırlarıyla yola
çıkıp Hîre ile Fırat arasında karşılaştılar. Her iki tarafın çadırları kuruldu.
‘Amr b. Kulsum ‘Amr b. Hind’in yanına, Leyla da Hind’in yanına girdi.
Bu Hind meşhur şair İmru’u’l-Kays’ın halası, Leyla da
İmru’u’l-Kays’ın annesi Rabia’nın kızı Fatıma’nın kız kardeşinin kızı idi.
Biraz dinlendikten sonra diğer bir çadırda sofra hazırlanıp herkes sofradaki
yerini aldı. Bu sırada deneme Hind’in Leyla’dan bir tabak istemesi ile başladı.
Leyla “işi olan işini kendisi görsün” diye cevap verdi. İki defasında da Hind
aynı cevapla karşılaştı. Israr ileri gidip “Ey Tağlib, aşağılık, aşağılık” diye
bağırınca ‘Amr b. Kulsum’un kan beynine hücum edince çadırda asılı olan ‘Amr b.
Hind’in kılıcını çekti ve derhal ‘Amr b. Hind’i de kendi kılıcıyla öldürdü.
Kendisi birinci sınıf şairlerden sayılır. Şiirleri Beni Tağlib’in iftihar
vesilesi idi. Muallakası Tağleplilerin övünmelerini anlatmaktadır.
[29] Bu da ‘Amr b. Kulsum gibi hem
şair, hem de usta bir binicidir. ‘Amr b. Kulsûm’un şiirlerini bunun şiirlerine
tercih edenler vardır. Muallakasını Araplar “zehîn” diye isimlendirirler.
Zebîbe adında siyah bir cariyeden doğmuş olduğundan
babası onu köle edinmiştir. ‘Antera’nın annesinden gerçekten köle olan başka
kardeşleri de vardır. Kahramanlığa dair pek çok ve pek güzel şiirleri olduğu
halde hepsinde ruhunu etkilemiş olan küçümsenme, aşağılanma duygusu hissedilir
gibidir. Renginin siyahlığıyla kendisini ayıplayanlara şöyle cevap verir:
“Rengimin siyahlığıyla beni ayıplıyorlar. Gecelerin
karanlığı olmasaydı sabah dünyayı aydınlığa kavuşturamazdı. Rengim her ne kadar
siyahsa da huyum siyah değil, beyazdır.” İsa kabilesine mensup bazı kimseler
üzerine diğer kabile mensupları hücum ederek mallarını alıp kaçmışlar ve
‘Antera da bulunduğu halde İsiler bunların ardından yetişmiş ve savaşa
girmişlerse de ‘Antera savaşmadığı için babası tarafından savaşa girmeye
emredilmiştir. Ancak ‘Antera “kölelerin görevi koyun sağmaktır.” Cevabını
vererek babasını güç bir duruma sokarak savaşa girmek şartıyla hürriyetini ve
oğulluğunu kazanmayı başarmış ve düşmanlarıyla savaşarak ganimet olan bütün mal
ve eşyayı tamamıyla ellerinden almıştır.
Başlangıçta ancak bir iki beyit miktarı şiir söylerdi. Bu
durumunu ayıplayanlara muallakasını söyleyerek pratik bir cevap vermiştir.
Kendisi son derece cömert idi. Hiç kimse tarafından itiraza uğramamış güzel
şiirleri vardır.
Annem sabahleyin ölümden muaf imişim gibi beni ölümden
korkutacak laflarla gözünü açtı. Dedim ki: Ölüm herkesin varacağı bir su
başıdır. O sudan içmeden kurtuluş yok. Bil ki ben öldürülmesem de elbette
öleceğim. Her gece yattığım zaman yüceliklere nasıl ulaşacığımı düşünmekle
meşgul oluyorum.” Anlamındaki şiiri Hz. Muhammed’e okunduğunda peygamber
efendimiz ‘Antera’dan başka hiçbir bedeviyi görmek arzulamadığını, fakat bunu
görmek istediklerini söylemiştir.
Dudağı yarık olduğundan kendisine ‘Antera el-Felhâ
denilir.
[30] ‘Able’nin künyesidir.
[31] Araplar ateş yakmak için
yardıkları kalınca bir değneğin her iki parçasını diğerine hızla sürterlerdi.
[32] Muallakasını ‘Amr b. Hind’e
hazırlıksız söylediği rivayet edilir. Bu eserinde Bekr ve Tağlib arasında
anlaşma olduktan sonra meydana gelen problemleri anlatır.
Yedi perde arkasından şiir söylerken ‘Amr b. Hind şiirini
beğendiği için perdeleri açtırmıştır. Ebu ‘Ubeyde bu muallakayı uzun olmakla
beraber güzel olan kasidelerden biri olarak kabul eder. Asma‘î’ye göre Haris bu
kasideyi 135 yaşında iken söylemiştir. Edebu’l-Kâtib şerhinde bir asaya
dayanarak bu kasideyi söylemiş olduğu yazar. Sûlî yolculuk ve savaş hazırlığını
tasvirde muallakasında olan “geceleyin kararlarını verdiler ve hepsi aynı
görüşte birleştiler. Sabah olunca aralarında bir gürültü başladı: çağıran,
cevap anlatan, at kişnemesi, deve öğürmesi hepsi vardı.” anlamında olan iki
beyti güzel buluyor.
[33] Hind sevgilisinin adıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder