Türkçe Sorunu / Murat Belge (Önemli Makaleler)


Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun
haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye tarihinin görece kısa bir
dönemine de özgü değildir. Yüzyıllardır dil, seçkinler ve halk bunu ne
derece bilinçli bir biçimde yaşıyor olurlarsa olsunlar, bir sorun olarak
varoluyor. Bu sorun öyle bir aşamaya vardı ki bugün, tartışan taraflarca
gösterilen yönlerden herhangi birine doğru biraz daha fazla ilerlemekle
içinden çıkılır gibi değil.
Türklerin Ortadoğu'da İslam uygarlığıyla karşılaşmaları sonucu Türk
dilinin de Arap ve Fars etkisine girmesi herhalde kaçınılmazdı. Ama sorun
yalnızca İslam uygarlığı da değildi: göçebe bir topluluk, uzun yüzyıllar
boyunca «sofistike» bir uygarlık yaratmış, yerleşik toplumlarla yüz yüze
geliyor, sonra da iç içe geçiyordu. Türkler, kendi yaratmadıkları bir
hayat tarzına girerken, bu hayat tarzının kendi yaratmadıkları
kelimelerini de almak zorundaydılar. Daha sonra birkaç örnekle göstermeye
çalışacağım gibi, gündelik hayata ilişkin en basit kavramların bile
yabancı dillerden (yalnız Arapça ve Farsça değil, başta Yunanca ve Latince
olmak üzere bu yörede konuşulan bütün diller) alınmış olması, bu büyük
çaplı uygarlık değişiminin başlı başına bir kanıtıdır.
Dilbilim bize bir dilin kendi başına «zengin» veya «yoksul»
olmayacağını söyler. Dil bir iletişim aracıdır ve her dil, kendisini
konuşan topluluğun iletmek ihtiyacında olduğu anlamları iletmeye yeter.
İletilecek yeni anlamlar belirirse, dil de, kendi bünyesi içinde, bu
anlamları taşıyacak yeni biçimler bulabilir. Bütün diller gelişmeye
açıktır. Dili konuşan topluluğun ihtiyaçlarına göre dil alabildiğine
zenginleşebilir, incelenebilir. Dilbilimcilerin bu yapısal özelliği
kanıtlamak için sık sık verdikleri bir örnekle, Eskimolarda karın ve buzun
çeşitli durumlarını anlatan kelimelerin sayısı başka hiçbir dildekilerle
karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Öte yandan, elbette Eskimoların
«otomobil» anlamına gelecek bir kelimeleri yoktu. Ama bunun olmaması da
Eskimo dilinin «yoksul» olduğunu değil, sadece otomobil gibi bir nesnenin
o dili konuşan insanların hayatına girmemiş olmasını gösterir. Başka bir
söyleyişle, bu nesneyle Eskimolar karşılaşır ve ona kendi dillerinde bir
karşılık bulmak isterlerse, dillerinin yapısı buna imkan verecektir.
Şu halde, «yoksul» dil veya «ilkel» dil diye bir şey olamaz. Her dil,
hiç değilse potansiyel olarak, en karmaşık ilişkileri anlatmaya yeter.
Tabii bu arada, «ilkel» diye bilinen bir dilde bir anda anlatılan son
derece ince nüansları, «gelişmiş» diye bilinen dillerde ancak uzun
cümlelerle anlatabildiğimizi de ekleyebiliriz.
Diller bu anlamda «eşit»tir, ama kültürler eşit değildir. Bunu «ileri»
ya da «ilkel», «aşağı» ya da «yukarı» gibi değer yargıları verme anlamında
söylemiyorum. Eskimo kültürünün otomobili yaratmamış olması benim açımdan
Eskimoların ilkelliğini veya «aşağı»lığını göstermiyor. Gelgelelim, şu
dünyamızda, kültürlerin kendi içsel değerleri ne olursa olsun, otomobili
yaratmış bir uygarlıkla yaratmamış olanı karşı karşıya geldiğinde, ikisi
arasında önemli bir dengesizlik başgösteriyor ve bu denge sonunda fiziksel
bakımdan daha güçlü olanın lehine değişiyor (ya da öyle görünüyor). Burada
«fiziksel»i de askeri bir anlamda kullanmıyorum; ele alınan kültürün
dayanma gücünü kastediyorum bununla. Biraz fantastik bir varsayım olarak
diyelim ki Eskimolar karşılaştıkları otomobilleri tepelediler. Ama
otomobilin kendisine muhtaç kaldılarsa, onu yaratan kültüre yenik düştüler
demektir. Benzer bir biçimde, Orta Asya'dan gelen Türkler de fethettikleri
toplumların kültürlerini benimsemek zorunda kalmadılar mı?
Karşı karşıya gelen diller, soyut yapılarıyla, ne kadar «eşit»
olurlarsa olsunlar, o dilleri konuşan topluluklar aynı şekilde eşit
olmadıkları için, aralarındaki alışveriş de her zaman eşit olmaz. Hele
ulusçuluk bilincinin gelişmediği bir dönemde olup bitmiş bir karşılaşmada,
X dilini konuşan insanların gördükleri yeni nesnelere kendi dillerinde
yeni karşılık türetmektense, Y dilini konuşan insanların bu nesnelere
önceden vermiş olduğu adları kullanmaları kadar doğal bir şey olamaz.
Örneğin, deniz kıyısına inen Türkler burada gördükleri ve ilk olarak
tanımaya başladıkları balıklar arasında, bildikleri şeylere çok
benzeyenlere kendi dillerinden ad takabilmişlerdir: «kılıç», «kalkan»
gibi. Ama yüzlerce başka çeşit söz konusu olduğunda, «kefal», «palamut»,
«melanur», «sinagrit» gibi Rumca adları benimsemişlerdir.
Gündelik hayatta bu gibi alışverişler olması çok doğal, ama
seçkinlerin Türkçe'den çok Arapça'ya ve Farsça'ya yaslanan yepyeni bir dil
oluşturmaya giriştikleri, bunun sonucunda ortaya yapay bir dil çıktığı da
doğru. Ama dünyada karma dili olan tek toplum da biz değiliz. Bugün
konuşulan İngilizce'nin yüzde ellisinden fazlası, yerli Anglo-Sakson
kaynağından gelmeyen kelimelerden (Norman istilası yoluyla gelen
Fransızca, Hıristiyanlık yoluyla gelen Latince, İskandinav işgali yoluyla
gelen İskandinavca) oluşur. Sanırım bu oran bile Türkçe'ye göre, hele
şöyle bir elli yıl öncesinin Türkçe'sine göre, daha olumlu. Ama bir dile
bakarken, ölçütümüz ne olmalı? Osmanlı toplumundan beri bir sorun olma
özelliğini koruyan dil, sonraları daha da büyük bir sorun haline geldiyse,
gerekli ölçütlerin bulunamamasının bunda payı olmalı.
Türkçe, Arapça ve Farsça'dan oluşan karma Osmanlı dilinin ortaya
çıkması ve gelişmesi, çağdaş dünyada alıştığımız birçok belirleyici
kavramın henüz bilinmediği bir çağda gerçekleşmişti. Bu dili oluşturan
yönetici sınıf için, Osmanlıca'nın karma olması ya da olmaması fazlaca
önemli değildi. Gerçi bu dönemlerde de daha sade bir Türkçe'yi savunanlar
çıktı: Osmanlı olmayan Karamanlı Mehmet Bey ya da Aşıkpaşazade gibi.
Ancak, bu türden çıkışları, kendi dünyamızın mantıki çerçevesine oturtarak
bunları erken ulusçu tepkiler gibi görmek yanlış olur. Bu tepkilerin
ardında, etnik sorunlarla iç içe geçmiş durumda sınıfsal sorunlar
yatıyordu. Örneğin Aşıkpaşazade, döneminin yeniliği olan «devşirme»liğe
karşı çıkıyordu. Yani, Osmanlı devletinin ilk kurucuları olan Türkmen
beylerinden yanaydı. Buna bakarak Aşıkpaşazade'nin bir milliyetçi olduğunu
mu söyleyeceğiz? Hiç değil. Onun istediği, Osmanlı'nın merkeziyetçi
tutumuna karşı uç beylerine ağırlık tanıyan, daha «feodal» bir yapıydı.
Padişahın merkeziyetçiliği sağlama almak için kullandığı güç
devşirmelerden değil Türklerden oluşsa da, Aşıkpaşazade kendini yakın
bulduğu Türkmen beyleri adına gene itiraz edecekti. Yazarken kullandığı
dil daha Türkçe'ydi, çünkü bağlı olduğu beylerin dili böyleydi.
Padişahların kurma yolunda olduğu merkezi devlet ise, kozmopolitleşmek
zorunluğunu duyuyordu; Türk değil, İslam temelini benimsemesi gerekti.
Bunun keyfi değil, tarihe de uygun bir seçim olduğu, Osmanlı devletinin
birkaç yüzyıl süren başarılarından da bellidir.
Dolayısıyla Osmanlıca, Osmanlıların İslam uygarlığı içinde kurmaya
çalıştığı sentezi olduğu gibi yansıtır. Osmanlı devletinin kendi
uyruklarıyla kurduğu ilişkilerin mantığına uygun bir biçimde, halkın
bütününe aşağı yukarı eşit derecelerde uzaktır. Kendini toplumdan tamamen
ayrı, toplumun tepesinde gören devlet için, bu karma dil son derece
uygundur. Hatta, ulusallık bakımından Selçuklulara göre biraz daha ileri
sayılabilir. Çünkü orada askerlik dışında yöneticilik görevlerini yerine
getiren ulema tamamen Farsça eğitimden geçer ve resmen Farsça
kullanırlardı.

Seçkin kültürü, halk kültürü

Cumhuriyet ilericiliği, Osmanlı tarihinde bulduğu bütün kusurları saraya
yükleyerek halkı da bunlardan «tenzih» etme eğilimindedir. Bu önyargılı
bakış yüzünden seçkin kültürle halk kültürü arasında kesin ayrımlar,
uçurumlar olduğu varsayılmıştır. Böylece halk dili ve saray dili, halk
müziği ve saray müziği, halk edebiyatı ve divan edebiyatı, aralarında hiç
benzerlik bulunmayan apayrı yapılar gibi görülür. Gerçekten de Osmanlı
tarihi halkla seçkinlerin kültürleri arasında büyük ve çok önemli
kopukluklar görülen bir tarihtir. Ama iki kültür birbirini bütünüyle
dıştalamamış, daha çok birbirine paralel bir şekilde ilerlemiş ve arada
pek çok karşılıklı geçiş olmuştur. Sözün kısası, seçkinlerin dillerini
Arapça ve Farsça ile tıkabasa doldurmalarına karşılık halkın ulusçu bir
içgüdüyle buna tepki gösterdiğini ve dilsel arılığını korumaya çalıştığını
düşünmek yanlış olur. Halkın konuştuğu dile daha çok yabancı öğe
sızmamışsa, bunun nedeni böyle bir tepki filan değil, halkın eğitim
aygıtlarından uzak olmasıdır. Böyle olduğu halde, yalnız Arapça ve
Farsça'dan değil, Anadolu'da yaşayan bütün etnik topluluklardan öğeler
halkın konuştuğu dil'e girmiş ve yüzlerce yıl içinde yerleşmiştir.
Osmanlıca'nın yapaylığında elbette bir sağlıksızlık potansiyeli
vardır, ama halkın dilinin karışması aynı şekilde sağlıksız görülmemeli.
Seçkinlerin dili, ister bürokratik, ister edebi, ister başka nedenlerle
olsun, yapmacıklığa her zaman açıktır. Ama halk dilinde iletişimsel bir
işlevsellik her zaman için uzun vadede belirleyicidir. İşlevsiz olan,
yaşamaz.
Osmanlı devletinin Osmanlı toplumuyla ilişkisi uzun süre değişmediği
için varolan dilsel yapı bir sorun çıkarmadı. Bunun bir sorun halinde
görülmesi, Osmanlı devletinin yeniden uygarlık değiştirme zorunluğunu
duymasıyla başlar. Tanzimat, geniş kapsamlı dil tartışmalarının başladığı
ilk dönemdir. Bu dönemde birçok yenilik yapılmakla birlikte, sorunun ele
alınışı bir «özleşme» değil, bir «sadeleşme» biçimindedir. Değişimin nasıl
bir tarihi bağlamda yer aldığı Tanpınar'ın şu özetinde açıkça görülür:
Türk nesrinde değişiklik daha ziyade resmi dilde ve onun bir kolu gibi
görünen gazete dilinde başlar. [...] Devletin içinde bulunduğu siyasi
güçlük, yabancı devletlerle olan münasebetleri artırdığı gibi, hükümeti
efkarı umumiyeden müzaheret istemeye de sevkediyordu. [1]
Türkiye tarihinde hemen hemen her yenilik konusunda olduğu gibi burada
da ilk itki tepeden, «resmi» kanaldan gelmiştir. Değişiklik gereğini duyan
yazar, edebiyatçı ve düşünürler belki vardı, ama onlar da ancak devletin
inisiyatifiyle ortaya çıktılar, Tanpınar yukarıdaki kısacık paragrafta iki
canalıcı noktaya da değiniyor. İlkin, Osmanlı devleti tarihinde ilk kez
olmak üzere, devlet kendi dışında birileriyle bir «iletişim kurmak»
ihtiyacını duymuştur. Kimdir bu kamuoyu? Elbette Anadolu'daki köylüler
değil (bugün bile öyle olduğu söylenemez). İstanbul'da ve bir iki büyük
merkezde bir avuç adamdır bunlar. Eğitimleri -eğitimsiz olsalar zaten
gazete okuru olamazlar- Osmanlı mantığı çerçevesinde olmuştur. Gene de,
devlet resmi dilinden taviz vermedikçe anlaşamamaktadır bu kamuoyu ile.
Dolayısıyla resmi dil sadeleştirilmekte, bu da doğal olarak genel düzyazı
diline yansımaktadır. Yeni bir dil oluşturmak söz konusu değildir. Sadece,
bir zorunluk yüzünden, devlet, her zamanki alışkanlığından vazgeçerek,
«resmen» olanı «fiilen» olana yaklaştırmakta, yani konuşulduğu gibi
yazmaktadır (Namık Kemal'in padişaha yazdığı bir mektupla arkadaşına
yazdığı blr mektubu karşılaştırırsanız, iki dilin farkını görürsünüz).

Batıya açılma

İkinci olay ise Batı'ya açılmadır. 0 zamana kadar zorla kapı dışında
tutulan Batı uygarlığını daha fazla bekletme imkanı kalmamıştır artık. Ama
açılınca da, içeri seller akmak durumundadır. İlk belirleyici
karşılaşmalar gene pratik alanlarda olur, Örneğin, tıp terimleri, hukuk
terimleri gibi sorunlar çıkmıştır Osmanlı devletinin karşısına. (Agâh
Sırrı Levend bu konuda bilgi
veriyor.)[2] Uygarlık, hele bilim, «terimsiz» alınamaz. Bunları almak
zorunlu olduğuna göre, ne yapılacaktır? Osmanlı uygarlığı, bu noktada,
asıl eksikliğinin bilincine varmalıydı: Kelimelerin yetersizliği, dilin
yetersizliği değildi söz konusu olan. Birkaç yüzyıldır bu biçimde
düşünmemişti Osmanlı uygarlığı. Dolayısıyla eksik olan bir kavramın adı,
kelimesi değil, kavramın kendisiydi. Bu tarihlerde, «kavram» kavramını
karşılayacak bir kelime bile bulunmadığını hatırlayalım -ya da, Muallim
Naci'nin «tenkid» mi demeli, «intikad» mı tartışmasını. Ne deneceği o
kadar önemli değildi. 0 kavramın kendisi oluşmamıştı henüz (şimdi buna
«eleştiri» diyoruz da, «eleştiri» yaparken gerçekte ne yaptığımız hâlâ
şüpheli). Bu yeni «ıstılah»lar Arapça'dan mı bulunmalıydı? Yoksa Ali
Suavi'nin dediği gibi Batı dillerinden Türkçe telaffuza uydurularak mı
alınmalıydı? Tanzimat döneminde, bu gibi kavramlara Türkçe karşılık
aranacağının pek akla gelmediği görülüyor. Bu sorun karşısında da, en
önemli iş yapan, resmi bir kuruluş, «Terceme Odası» oldu. Pek çok Osmanlı
aydını bu kuruluşta yetişip «aydın» olmuştur. Türkçe'nin söz konusu
durumunda, yabancı dil bilmek aydın olmanın ilk ve zorunlu koşulu haline
gelmişti.
Tanzimat'da edebiyatçılar da devlet gibi, «kamuoyu» ile karşı karşıya
geliyorlardı. Dolayısıyla dil konusunda onlar da benzer bir tutum
benimsediler. Hele tiyatro ve roman gibi, sayısı görece çok alıcılara
hitap etmesi gereken türlerde, konuşma dilinin söyleyişini egemen kılmaya
çalıştılar. Gene de, gerek romanda, gerekse tiyatroda sık sık başvurulan
«tirad»larda, dil hemen ağdalanıyor, yapaylaşıyordu («resmi duygulara»
hitap eden «resmi duygu dili»). Bu dönemde yapılanlar, daha sonrakilere
göre çok küçük çaplı diye küçümsenebilir; ama atılan adımlar önemli ve
belirleyiciydi. Tarihi doğrultuya uygundu. Latin alfabesinin alınıp
alınmaması bile bu dönemde tartışıldı (tabii «hezeyan» niteliğinde birçok
şey de söylendi).
Tarihe ve edebiyata Türkçe'nin özleşmesi perspektifinden bakanlar, bu
dönemi izleyen Edebiyat-ı Cedide hakkında olumsuz yargılara varırlar.
Gerçekten de, bu akımın başlıca temsilcilerinin kimsenin bilmediği
sözlüklere dalıp çıkarak ölü kelimeler bulmaları, bunları estetik bir
matahmış gibi şiirlerinin orasına burasına tıkıştırmaları onaylanacak bir
şey değildir. Ama, uygulamadaki yanlışlarına rağmen teoride doğru bir şeyi
savunuyordu Servet-i Fünuncular. Özellikle şiirde, kelimenin önemine
işaret ediyor, kelimenin çağrışımsal sıcaklığının şiir için
vazgeçilmezliğini öne sürüyorlardı (bunun için sözlükten ölü kelime
avlamak ne kadar geçerlidir, o da ayrı konu). Bu iddiaları bugün şöyle
özetleyebiliriz: temelde toplumsal bir dava olan dilsel «özleşme» edebiyat
anlatımına yatkın olmayan bir dil yaratabilir; yani, dilin anlatım
imkanlarını yoksullaştırabilir. Gelgelelim, bu edebiyat ve şiir akımının,
herhangi bir dışsal zorlamaya aldırmadan dili istediği gibi kullanmasına
rağmen ortaya doğru dürüst bir estetik nesne çıkaramamış olması da
ilginçtir.
Necib Asım'ın Türkçeciliği, olayın Tanzimat döneminde aldığı boyutları
aklı başında bir biçimde özetler:
Yalnız istediğim, özendiğim şey Türkçemizin mütemeddin bir kavm lisanı
olduğunu ve terakkiyatına himmet olunursa bugünkü Avrupa lisanlarından
aşağı kalmayacağını ispattı. Hatta safi Türkçe birkac makale yazışım da
o maksada mebni idi. Bunu görenler lisanımızdan, bütün Arabiden,
Farisiden, Avrupa dillerinden aldığımız kelimeleri çıkarıp yerine
Çağataycadan, Kıpçakcadan, Özbekçeden, Azerbaycandan vesaire kelime
koymak istiyorum sandılar. Hatta o fikri de beğenerek münasib görenler
ve «mektup» yerine «bitik» yazanlar da bulundu. Yine tekrar ederim, fikr
ü nazarım hiç de öyle değildir. Özendiğim şey, bugün Osmanlıların, amma
haniya terbiye ve malümatı orta halli olanlarının hepsine yazdığımızı
anlatacak bir lisan kullanmaktır. Arabi ve Farisi'den aldığımız
kelimelerin lüzumlularını, taammüm edenlerini çıkarmak lisanı
züğürtleştirir. Bunlardan fakat makul bir surette iktibas etmemek
öyledir. Hatta Avrupa lisanlarından da almamakta taassub göstermek yine
öyledir. Şimdiye kadar, yani edebiyat-ı cedidemizin teşekkül tarihinden
bu ana kadar lisanımızda kullandığımız bu kelimeleri ibkaya mecburuz:
bunların da içinde şu son zamanlarda kullanılmaz derecesine kadar
gelenler vardır, onları da artık kaale almamak lazım. Arabi, Farisi
terkiblerden mümkün mertebe sakınılabilir. Yahut İranlılar gibi
mutabakat filan kaideleri atılır, Türkçenin hakimiyeti gösterilir.
Avrupa lisanlarından da kelime almaya mecburuz. Bugün posta ve telgraf,
telefon, fotoğraf, kronometre gibi ulum ü fünuna sanayi ü bedayia ait
kelimelere mukabil Arabca veya Farisi'den karşılık arayacağımıza, o
suretle kamuslar ferhenkler karıştırarak kıymetli vakitlerimizi
geçireceğimize bunları olduğu gibi kabul etmeliyiz. [3]
Meşrutiyet döneminde

Meşrutiyet ise, yüzeysel bir bakışla, Tanzimat'da başlayan sadeleşmenin
daha ileri bir aşaması olarak görülebilirse de, aslında bu dönemde yeni
bir öğe soruna eklemlenmiştir. Bu, yeni bir biçimde tanımlanan ulusçuluk
öğesidir. Gerçi Necib Asım da, Türkçe'nin Avrupa dillerinden aşağı
kalmayacağını kanıtlamak isterken ulusçu denebilecek bir tavır gösteriyor.
Ama Necib Asım ulusu ırk temeline göre tanımlamıyor. Dildeki yabancı
kökenli kelimelere karşı aldığı «liberal» tavır da buradan kaynaklanıyor.
Oysa II. Meşrutiyet ulusçuluğu, artık «ırk» öğesini de içermektedir.
DoIayısıyla dilin arılığı, dilin yetkinliğini karara bağlamada
başvurulacak ana ölçüt olmaya başlamaktadır. Aradan geçen zaman içinde
toplam ideoloiik atmosfer değiştiği için Tevfik Fikret ve Halit Ziya gibi,
ağdalı Osmanlıcalarıyla ünlü eski Servet-i Fünuncular bile sözgelişi
Mehmet Emin Yurdakul'un şiirlerini övmekte (kullanılan dille şiirsel değer
arasında bir ayrım yapmayı da unutarak) ve akımın daha da genişlemesini
dilemektedirler.
Bu yeni ulusçuluğun olumlu bir yanı, Türkçe kökenlerin yeniden
canlandırılması gereğini hatırlatmış olmasıdır. Örneğin, yukarıdaki
alıntıda «fotoğraf» gibi kelimeler için Arapça ve Farsça sözlük
karıştırmanın gereksizliğine değinen Necib Asım, bu dönemde,
Bize kalırsa gerek kelime gerek ıstılah bulmak içün ibtida Türkçe
lehçeleri karıştırmalıyız, [4]
diyor. «Sergi» dururken «meşher» demenin anlamsızlığını vurguluyor. Öte
yandan, bugünkü özleşmecilerin «Osmanlı uzlaşmacılığı» diyeceği ılımlı
tutumundan da vazgeçmiyor. Örneğin:
[...] «kongre» sözü cümlenin bildiği bir kelimedir. Bunun yerine
«mü'temer» kelimesini sokuşturmakta bir mana tasavvur edemiyoruz.[5]
Irk kavramını o güne kadar görülmemiş bir biçimde vurgulayan yeni
milliyetçilik akımı, başlangıçta çok belirgin değildi. Daha çok Selanik
çevresinde uyarlı bir ideoloji görünümü almaya başlıyordu, Ziya Gökalp'le
birlikte Ömer Seyfettin de bu anlayışın ilk bilinçli sözcülerindendi. Genç
Kalemler çeşitli alanlarda ve bu arada dil alanında yapılan tartışmalarda
bu kimliğini zaman içinde ortaya koydu. Bu kimliğin bundan sonraki
tartışmalarda ağırlık kazanmasında politik-tarihi gelişmelerin de payı
oldu. Özellikle Balkan Savaşı, Türklük kökenine bağlı bir milliyetçiliğin
Osmanlı ufku içinde daha gerçekçi ve daha sağlam temele dayanan bir ideal
gibi görünmesini kolaylaştırmıştı. Osmanlı aydınları, dil sorununu, darda
kalmış Osmanlı devletinin başka sorunlarından ayıramıyorlardı ve böyle
olması herhalde anlaşılır bir şeydi. Dolayısıyla özellikle Meşrutiyet
döneminden sonra Türkçe, Türkiye'yi ilgilendiren çeşitli sorunların,
bunların ideolojik yansımaları olan çeşitli «sorunsalların» bir parçası
oldu. Uluslaşma, uygarlaşma gibi temel sorunsallar dil konusunda belirli
tavırları da zorunlu olarak içermeye başladılar. Örneğin Balkan Savaşı
öncesinde kurulan Türk Derneği'nin tüzüğünün ikinci maddesi, dil sorunuyla
uyanmaya başlayan ulusçuluk bilinci ve ayrıca öteden beri süregelen
«uygarlaşma» özlemi arasındaki bağları gösterir:
Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün kavimlerin mazi ve haldeki
âsar, ef'al, ahval ve muhitini öğrenmeğe ve öğretmeğe çalışmak, yani
Türklerin âsar-ı atîkasını, tarihini, lisanlarını, avam ve havas
edebiyatını, etnografya ve etnolocyasını, ahval-i içtimaiyye ve
medeniyyat hazıralarını, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını
araştırup taraştırup ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve
dilimizin açık, sade, güzel, ilim lisanı olabilecek surette geniş ve
medeniyyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak, imlâsını ona göre
tetkik etmektir. [6]
0 gün yaşayan Osmanlı aydınının dolaysızca gördüğü durum, eski
imparatorluğun «elden gidişi»dir. Yüzyıllardır yüzü Batı'ya dönük duran
Osmanlı devletinin bu konumu ile Batı'ya üstün gelme umudu kalmamıştır.
Ancak, bu ezikliği duymakta olan bu aydın, aynı zamanda bir vakitlerin
güçlü bir imparatorluğunun gururlu mirasını da varlığında yaşatmaktadır.
Bu nedenle, Batı karşısında yenilmeye karşılık yeni bir alanda büyümeyi
düşlemektedir (İmparatorluk geçmişi olmayan bir başka yoksul ülke, örneğin
bir, Nijerya ya da Kongo, ezikliğine karşı tepkisini bir imparatorluk
kurma özlemiyle dengeleyemezdi. Bu yeni alan belli ki Doğu'dur. Yani, ya
İslam, ya da Türklük temeline bağlı olarak büyümek ve Batı'nın gücüne
karşı böyle bir yeni güç kazanmak, o günün aydınlarına çekici bir hedef
gibi görünmeye başlamıştır. Dil de, işte bu çok kendine özgü «sorunsal» ın
bir parçası haline gelmektedir. Doğal olarak, İslamcı büyümeden yana
olanlar Osmanlıca'nın bileşiminden çok şikayetçi değilIerdir. Türklüğü
temel alanlar ise bu dilsel yapıyı uzun vadeli amaçlarına bir engel gibi
görme durumundadırlar.
Tartışmalar ilerledikçe, bütün bu ütopyaların gerçekleşmesinde dilin
çok büyük bir payı olacağı inancı da derinleşti. Dili bir «iletişim aracı»
olmaktan çıkarıp bir büyük sosyo-politik ütopyanın aracı haline getiren
Osmanlı aydınları, istedikleri dilsel değişimin gerçekleşmesiyle birlikte
hedeflerine çok yaklaşacaklarını sandılar. Örneğin bir İzmir gazetesine
yazı gönderen Mehmet Şükrü adlı biri, bu özlemleri net bir şekilde dile
getiriyor (daha sonra, Ankara'daki ilk BMM'nde «ikinci grup» üyeleri
arasında yer alan Mehmet Şükrü olabilir):
Yeni lisan muarızları bilsinler ki yazıları, fikirleri, Türklük
muhitinin bir milimetre ilerisine bile geçemiyor. Onun için ıktıza
ederdi ki lisanlarında ve duygularında bir asalet; Türklük asaleti
bulunsun. [...]
Ölü mezarları önünde huzu ve huşu ile eğilen, harbin tehlikeli
meydanlarında telaşsız atlar oynatan, en büyük birkaç milleti mahvedecek
kadar cesim felaketlere cesur ve mütehammil göğüs gererek büyük Türklüğü
şimdiye kadar, kısmen olsun, niçün ifade edemediler? Niçün neslimizin bu
büyük seciyyeleri kalemlerinden bir türlü akmak istemiyor? Tegannisiyle
milleti harekete getirecek şarkılar nerede? Cenk meydanlarına, düğüne
gider gibi, şen ve beşuş koşan erlere şimdiye kadar hangi türküleri
terfik edebildiler? Edemediler; çünki yazıları bizim ruhumuzu, Türklük
hissimizi okşamıyor, lisanlarını samimi bulmuyoruz. [7]
Bu mantık çizgisi bir hayli ilginç. Epey abartılmış gibi görünse de,
sözünü ettiğim çeşitli iç içe geçmiş sorunsalların iyi bir özetini
veriyor. Görüldüğü gibi, yazar, Türklüğe özgü duyguları anlatacak bir Türk
dili istiyor. Osmanlı yazarları bu duyguları bulamamış ve anlatamamışlar,
çünkü ellerindeki dil buna elverişsizmiş. Böyle bir düşünce çizgisinin,
dilin «özleşmesi»ni nasıl önemli bir hedef gibi göreceği, bu özleşmeden ne
kadar büyük toplumsal sonuçlar bekleyeceği bellidir. Herhalde yaşasaydı,
1981'de dil adamakıllı özleştiği halde örneğin dünya futbol kupası
maçlarının hepsinde yenildiğimizi görseydl, buna inanamayacaktı. Çünkü
Osmanlı aydının bütüncü zihniyetinde, dilin özleşmesiyle iyi futbol oynama
arasında da bir ilişki olmalıdır.
İkinci derecede ilginç bir nokta da yazarın hamasi duygusal retoriği.
«Düğüne gider gibi savaşa giden erler», «aziz şehitler» vb. bilinen
klişelerle örülen bu retorik, söylemi kullananı dokunulmaz bir noktaya
koyuyor. Buradan, kendisi gibi düşünmeyenlere yönelteceği suçlama,
«hiyaneti vataniye»den aşağı olamaz. Osmanlı aydınının aynı bütüncü
zihniyeti farklılığa bir açıklama bulamadığı için, kendi haklılığına
inandığı ölçüde muhalifinin ihanetine de içtenlikle inanır.
Hoşgörüsüzlüğümüzün temeli de herhalde burada yatmaktadır. Bu yüzden
tartışmaz savaşırız, eleştirmez kahrederiz.

Balkan savaşı ve Türkçecilik

Balkan Savaşı'nın Türkçeciliğe hız verdiğine değinmiştim. Bu da, daha
karmaşık bir gelişmenin içinde bir öğeydi. Örneğin bu dönemde İttihat ve
Terakki halkın milliyetçiliğini körükleyecek bir edebiyat yaratılmasını
istemiş ve yazarlara bolca para vererek böyle bir edebiyatın kurulmasını
sağlamıştı. Savaş sırasında görece bağımsız denecek birçok dergi kapanmış,
buna karşılık devletin çıkardığı dergilerde devletin istediği edebiyat
yapılmıştı. Bu durum, Türkiye tarihinde politik yapının genel kültürel
yapıya müdahale ve onu belirleme biçimlerini göstermesi bakımından
ilginçtir.
Balkan Savaşından sonra yayımlanmaya başlayan Türk Yurdu ve Türk Sözü
gibi dergilerde, oldukça doğal bir gelişmenin sonuçlarıyla karşılaşırız.
Savaş milliyetçilikle birlikte bir tür popülizm de yaratmıştır. Savaşta
halk gerekli olduğuna göre, böyle olması doğal. Popülizm ise, dilde de
sadeleşmeye gitmek zorundadır. Nitekim Türk Yurdu'nun çıkış gerekçesi
olarak yazılan yazı, Türk halkının ağzından yazılmıştır ve aydınları
suçlamaktadır:
İbtida bana bir dil, bir edebiyyat lazım. [...] Eski yıpranmış
âletlerimi atarak yeni makinalar kullanacağım. Toprak sürmeyi, hayvan
beslemeyi, köy idare etmeyi, yol yapmayı, mekteb açmayı öğreneceğim.
Gizli duygularımı, şuursuz mefkûrelerimi kalbimden çıkararak ortaya
koyacağım. Dinimin esaslarını bularak gerçekten islam ümmeti olacağım.
Bu işi yapmak için bu gördüğünüz aç, çıplak, sıtmalı oğullarımla,
zavallı, yoksul kızlarımla çalışmaya niyyet ettim. Siz de benim
evladlarım değil misiniz? Siz de yapma dilinizi, yalancı bilgilerinizi,
boş ve faidesiz gururlarınızı bırakarak bana gelir, benimle beraber
çalışır mısınız?[8]
Bu tipik «Jakoben» söylemde, aydın, halk adına konuşup halkın
ihtiyaçlarını dile getiriyor. Halk şu anda «gizli duygular» ve «şuursuz
mefkûreler»le dolu. Bu sözleri onun ağzından söyleyen aydınlar her nasılsa
o mefkûrelerin ne olduğunu biliyorlar. Böylece, bu potansiyelin gerçekliğe
dönüşmesi, o aydınların dediklerinin olmasıyla mümkün. Halkın ne
istediğini böyle iyi bilen, onu inatla savunan ve sonuçta «halkın
iradesine karşı davranıyor» diye rakiplerini temizleyen bu tür aydınlar
ülkemizde hiçbir zaman eksik olmadı. Yalnız talihsizliğe bakın ki, onların
halkta böylesine «isabetle tespit ettikleri» özlemleri halk kendisi hiçbir
zaman anlayamadı.
Yukardaki metinde, bir kez daha dil sorunu ile kalkınma sorununun
kesin bir şekilde özdeşlendiğini görüyoruz. Dilin sadeleşmesi, hem
uygarlaşma, hem ulusallaşma için zorunlu görülmektedir. Kapitalizm-öncesi
üretim ilişkilerine dayanan, despotik ve bürokratik toplumlarda,
halkınkinden ayrı, ağdalı bir seçkin dilinin bulunması, sonra da,
modernleşme sürecinde bu dilin «anakronik»leşmesi doğaldır. Ancak, dil
değiştirerek bir toplumu kalkındırma ülküsü, o dönemin Osmanlı aydınına
özgü bir şey olmalı. Bugün Turgut Özal ihracatı artırmak için bir dil
reformuna gerek olduğunu söylese kim bilir ne kadar şaşardık. Ama Türk
Yurdu'na yazan aydınlar köylünün makine kullanması ile halkın dilinin
değişmesi arasında çok daha dolaysız bir ilişki kurabiliyorlardı.

Politik bir araç olarak dil

Hüseyin Kâzım Kadri, büyük bir Turan sorunu çerçevesinde Türk diline şöyle
bir gelecek tasarlıyor:
Türkistan-ı Çinî'den Avusturya hududlarına kadar uzanan kıtaat-ı
vesi'ada mutemekkin akvam-ı Turaniyye arasında münasebet-i siyasiyye
husulünü te'min etmek üzere Türk lisanının muhtelif lehçelerini
birleştirmek lüzumunu bu gün değilse bile yarın bütün şiddetiyle
hissedeceğiz: çünkü her kavm ve millet günün birinde kendi lisanı
etrafında toplanmağa mecburdur. [...] bu muhtelif lehçeler arasında daha
ziyade rikkat ve nezaket kesbeden Osmanlı Türkçesini Türkistan'ın her
tarafında umumi bir lisan-ı edebî ve fennî ve millî olmak üzere kabul
etmek daha muvafık olur sanırım. [9]
Burada da dil, Türk ırkının politik birleşmesinin sağlanması için
gerekli bir araç. Yazar, olayı biraz da kendinden yana yontup, kendi
bildiği Osmanlı Türkçesi'ni böyle bir birleşmenin temeli olarak kabul
ettirmek istiyor. Türkçe'nin özleştirilmesinin bugünkü aşamasına
vardığımızda, Asya'daki Türklerin dillerinden daha uzaklaşmış durumdayız
oysa.
Aynı dönemde İkbal gazetesinde çıkan bir yazıda, Türkçe'nin
sadeleşmesi konusunda ağırlığın, bir iletişim aracı olarak dil
anlayışından, ulusallığın asli öğesi olarak dil anlayışına doğru kaydığı
açıkça görülmektedir:
Bir dilin avam tarafından anlaşılıp anlaşılmaması meselesi bizce gayet
mühim olmakla beraber, ikinci derecededir. Birinci derecede «milliyet»
hususu gösterilebilir, zannederiz. Bu «milliyet» ise «Türklüktür». Madem
ki bu millet Türktür. Öyle ise anın Türkçe öz dili olmalıdır. Bu anın
varlığına, namusuna tealluk eden birinci hassasıdır. [10]
Bu kayma, stratejik bir öneme sahiptir. Bundan sonra, dilsel
«kullanım», dilciler için bir ölçüt olmaktan çıkacaktır. Bunun yerine
halktan ve halkın dili kullanımından bağımsız, şu veya bu bu biçimde
tanımlanmış bir «dilsel doğruluk», dil çalışmalarında kılavuz durumuna
gelebilir. Bu «doğruluk», kitle kullanımından kaynaklanmadığına göre,
küçük bir uzman grubunun saptadığı bir şey olacaktır. Eğer ortada birden
fazla uzman grubunca temsil edilen ayrı görüşler varsa, bunlardan
hangisinin akademik dil çalışmasına yön vereceği -Türkiye gibi bir ülkede-
bir politik denge sorunudur. Nitekim, Balkan Savaşından sonra kurulan,
Maarif Nezaretine bağlı «Istılahat-ı ilmiyye encümeni», dilsel doğruluğun
birölçütünü vurgulamıştır; Ziya Gökalp'ın alaylı bir şekilde aktardığı bu
anlayış, ortodoks gramerciliğin, Osmanlıca gibi karma bir dille
karşılaşması nedeniyle saçmalık derecesi artmış, «absurd» bir biçimidir;
Türkçe'nin serüveni içinde daha sonra başka «dilsel doğruluk» ölçütleri de
dile uygulanacaktır, ama temeldeki tavırda değişen fazla bir şey yoktur.
Gökalp hikayeyi şöyle anlatıyor:
Bir zamanlar Darülfünun'da, felsefî ıstılahları tayin ve tesbit etmek
üzere ilmî bir encümen teşekkül etmişti. Bu encümende fesahatçılardan
biri «dikkat» kelimesinin «attention» mukabili olamayacağını ileri
sürdü: Gûya «dikkat» kelimesi, «dakikince» sıfatından iştikak ettiği
içün «incelik» manasına imiş. Bu iddiaya karşı «incelik» kelimesi
lisanımızda varken, bu manaya delalet eden «dikkat» kelimesine
ihtiyacımız yoktur. Fakat, halkın kullandığı manada olmak üzere, bu
kelime lisanımızın atılması mümkin olmayan elzem bir unsuru olmuştur,
denildi. Fakat, mu'tariz kabul etmedi: «Dikkat» kelimesi daima «incelik»
manasına kalacaktır. Halkın kullandığı tabirleri, ilim kabul edemez.
Doğru olan kelimeler, kelimelerin eski şekilleridir. Kelimelerin hakikî
manaları, isti'malle değil, iştikakla bilinir. Binaenaleyh «attention»
kelimesine başka bir mukabil aramalıdır, cevabını verdi. Bu esasa
istinadan, fesahatçılar «attention» kelimesine mukabil aramağa
başladılar. Birisi «tahdik» kelimesini ileri sürdü, bir diğeri «iltifat»
kelimesini teklif etti. Güya «tahdik» kelimesi, «gözbebeği» manasına
olan «hadeka»dan gelirmiş. Dikkat de bilhassa âmil olan gözbebeği imiş.
«İltifat»ın Arabcadaki manası da «göz ucu ile bakmak»mış, «iltifat»ın
lisanımızdaki manası başkadır denildi. «Öyle şey olmaz, Arabca, Acemce
kelimeler bizim lisanımızda kadim asaletlerini ve fesahatlarını muhafaza
edeceklerdir. Avamın cehaletle yaptığı tahriflere galatat denilir.
Bunların hepsini terkederek, kelimelerin kadim ve fasih şekillerine rücu
etmek lazımdır» diye cevap verildi. [11]
Ionesco'yu hatırlatan bu küçük senaryoda «doğruluk» ölçütünün kullanım
(istimal) değil de etimoloji (iştikak) olduğunu görüyoruz. Öz
Türkçecilerin tersine bu encümenin bazı üyeleri dilimizdeki Arapça ve
Farsça kelimelerin kendi eski özlerine (kadim asaletlerine) uygun
kullanılmasını istiyor. «Halkın kullandığı kelimeleri ilim kabul edemez».
Temel felsefe bu. Böylece, «dikkat» yerine «iltifat» demek gerekiyor.
Örneğin askerlikte, komutan gelirken çavuşun birliğe «iltifat!» diye
bağırdığını düşünebilirsiniz; buna benzer pek çok saçmalık
düşünebilirsiniz. Ama encümen üyeleri bu gibi şeyleri «iltifata almıyor»;
çünkü onlar daha yüksek bir otorite tarafından, halka bir dil yapmak ve
dikte etmekle görevlendirilmişler. Bu işi yaparken, «avamın galatat»ının
ayaklarına dolanmasına izin vermeye hiç niyetleri yok. Doğru dili encümen
temsil ettiğine göre, halkın da halt etmeyip onların istediği gibi
konuşması gerek.
İttihat ve Terakki'nin politikalarını belirleyen önde gelen kişilerin
çoğu «Türkçü» akıma öncelik tanıyordu. Ama Osmanlı devletinin
gerçeklikleri onları da daha uzlaşmacı olmak zorunda bırakmıştı. Bu
yüzden, dil konusunda devlet katından başlayan çok radikal bir girişim
olmadı. Kısa süre sonra Birinci Dünya Savaşı'na katıldığımız için zaten
yığın'a acil iş çıkmıştı. Savaştan sonra, ülkeyi bu felakete sürükleyen
İttihatçılar kaçarken, onların temsil ettiği ideoloji de gözden düşmüştü.
Bundan sonra dil sorunu gene tartışıldı, ama Atatürk'ün kesin bir hareketi
başlattığı ana kadar görece durgun bir dönem geçti. Bu ana gelmeden önce,
Türkçe konusunda oldukça derli toplu bir görüş sunabilen Ziya Gökalp'ın
önerilerine kısaca göz atalım.
«Ay», «Kamer», «Mah» gibi aynı anlama gelen kelimelerin fazlalık
olduğunu, bunlardan Türkçe olanların saklanıp ötekilerden vazgeçmek
gerektiğini söyler. Bu gibi kelimeler arasında bir nüans oluşmadıkça,
gerçekten de varlıkları dil açısından bir zenginlik değil, sadece bir
yığılmadır. Öte yandan, «kameriye» veya «mehtap» gibi, bu kelimelerden
türemiş başka kelimeler Türkçe'de hâlâ var, «tasfiyeci» bir anlayışla
bunları da silip atmak istemiyorsanız, kalacak da. Ama bir dili konuşan
herkes, kullandığı kelimelerin etimolojisini bilmek zorunda olmadığı için,
bu da büyük bir sorun değil.
Gökalp, eskiden Türkçe'de varken unutulmuş, canlılığını yitirmiş
kelimelerin diriltilmesine çalışmayı anlamsız ve gereksiz bulur. Oysa bu
gibi kelimelerden canlanabilenleri (hatta Gökalp'ın örnek diye
verdiklerinden bazıları) olmuştur. Gökalp bunu bir zorlamaya karşı
söylediği halde, bir kural formülasyonu yaptığı ölçüde belki kendisi de
bir zorlama içindeydi. Bu tür kelimelerin önerilmesinde -olay bir öneriyi
aşıp bir dikte etme biçimine dönüşmüyorsa- herhalde bir sakınca yoktur.
Nitekim yeni Türkçe bu yoldan önemli ölçüde zenginleşmiştir.

Yabancı kuralların atılması

Arapça ve Farsça kuralların da atılmasını savunur Gökalp. Gerçekten, her
uygarlıkta ve dilde ödünç kelime almak doğal, hatta zorunlu olduğu halde,
bir dilin öbüründen gramer kuralı alması oldukça tuhaf bir durumdur ve
Osmanlıca'da buna fazlasıyla sık raslanır. Bazı kalıntılarını hâlâ
yaşıyoruz: «camisi» mi demeli, yoksa «camii» mi gibi? Çağdaş dilbilim bu
konuda kullanıma ağırlık verir -az önce çalışmalarına göz attığımız «ilmî
encümen»in tersine. Bu durumda, «camisi» demek herhalde daha doğru
olacaktır.
Gökalp, haklı olarak, karşılığı bulunmadıkça Arapça ve Farsça
kelimelerin dilden atılmamasını ister. Kitabından yararlandığım A.S.
Levend, «Türk Dil Kurumu da bu kanıdadır.» diyor ama, o kadar basit bir
sorun değil bu.
Bütün bu dil tartışması içinde Gökalp'ın özgül önemi, bilim diline
daha çok ağırlık vermesindedir. Özellikle Gökalp'a kadar Osmanlı
toplumunda evrensel anlamda bir bilim nosyonu gelişmediği için, Türkçe
konusundaki tartışmalarda da bu alan cılız kalmıştı. Gökalp belki de ilk
bu alandaki sıkıntısından ötürü Türkçe üzerine derinlemesine düşünmek
zorunda kaldı; çünkü Batılılardan öğrendiği pozitivizmi Türkiye'de
anlatacak dil bulamıyordu. Bu yüzden Gökalp kendisi birçok kelime, kavram
türetmek zorunda kaldı: «mefkûre» gibi. Ancak, Gökalp'ın pratiğindeki
tuhaflık, bu yeni kavramları Arapça köklerden türetmesidir. Böylece,
Arapça'da olmayan yeni Arapça kelimeler türüyor ve bunlar yalnız Türkçe'de
bulunuyordu!
Öte yandan Gökalp, uluslararası bilim sözlerinin Türkçe'ye bu biçimde
alınmasına da karşı değildi. Bütün bunlar onun dediği gibi yapılınca
ortaya oldukça eklektik bir dil çıkıyordu. Nitekim, dilin arılaşmasından
yana olanlar bugün Gökalp'ı yetersiz bularak eleştiriyorlar. Ancak
Gökalp'ın sorunu dilin arılaşmasından çok, dünya uygarlığının ortaya
çıkardığı anlamları iletmeye yeterli kelimelere sahip bir dilin
oluşmasıydı. Turancılığına rağmen, ırkçılığı dile uygulamanın yararına
inanmıyordu. Bu açıdan bakınca savunduğu görüş anlamlıdır, kolayca yabana
atılmaması da gerekir.
Bu konunun tartışmasını da ileriye bırakarak biz tarihi süreci
izlemeye devam edelim.
Dilin arılaşmasına en sert tepki gösteren yazarlardan olduğu için öz
Türkçecilerin en kızdığı kimselerden biri Cenap Şahabettin'dir. Fakat
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Cenap Şahabettin de az çok hizaya gelir ve
fazlalık bazı yabancı kelimelerden vazgeçmeye razı olur. Cenap Şahabettin
de, bir şair olarak, nüansların korunmasını, dolayısıyla yabancı da olsa
bazı kelimelerin kalmasını istemektedir; «mükedder, mağmum, mahzun,
münkesir, me'yus» gibi. Bu görüş de anlaşmacıların göstermeye çalıştığı
kadar saçma değildir, çünkü bir dil, gerçekten, nüanslarının fazlalığıyla
zenginleşir. Cenap Şahabettin Arapça kurallara göre yapılmış kelimeleri
ileri sürüyor, ama bunların bazılarını bugün de «kederli, gamlı, hüzünlü»
şeklinde kullanıyoruz. Şahabettin'in bir tuhaf talebi yabancı sözlüklerde
raslanan her kelimeye Türkçe'de bir karşılık bulmak istemesidir. Şüphesiz
yalnız Cenap Şahabettin'e özgü bir istek değildir bu. Türkiye'de yabancı
dil bilen her aydın, Türkçe'nin eksiklerini veya ihtiyaçlarını bildiği o
dile göre formüle eder. Örneğin İngilizce'de «sensual» ve «sensuous»
kelimeleri var; ikisi de, yeni türeme kavramlarımızdan «duyusal» ile
karşılanıyor. Oysa İngilizce'de ikinci kelimenin «şehvet»e daha yakın
çağrışımları var. Acaba biz de Türkçe bir başka kelime türetsek, örneğin
«duymal» desek, bunu «sensuous» yerine kullansak, falan filan. Oysa
İngilizce'deki bu ayrım başka Avrupa dillerinde bile olmayabilir. Bir
dilin kendi gelişmesi içinde böyle nüanslar çıkabilir, ama bunlar
vazgeçilmez şeyler değildir. Dil, anlamlarını bir kültürün içsel
yaşayışıyla elde ettiği için her dilin kendine özgü olan ve başka dillere
pek çevrilemeyen kelimeleri vardır. Cenap Şahabettin gibileri böyle bir
öneride bulunurken, akıllarında Fransızca, İngilizce, Almanca gibi birkaç
Avrupa dili vardır; yani, bakışları Avrupa-merkezlidir. Aynı şeyi bütün
dünya dilleri için düşündüğümüzde, önerinin saçmalığı ve imkânsızlığı
ortaya çıkar.

Cumhuriyet dönemi

Cumhuriyet döneminde dil tartışmaları sürüyordu. Bu sırada, alfabe sorunu
tartışmanın can alıcı noktalarından biri haline gelmişti. Türkiye'de
Tanzimat döneminden beri Latin alfabesinin alınmasını savunanlar olmuştu,
ama böyle bir değişiklik muhafazakarlığın can damarlarından birini hedef
aldığı için Latince'yi isteyenler azınlıkta kalmış, özellikle de devlet
otoritesi, sorunu ele almaya hiç yanaşmamıştı. Arap alfabesi, Türkiye'yi
İslam dünyasına bağlayan önemli köprülerden biriydi. Böylece, onun
kalmasını savunanlar da dilsel gerekçelerden çok toplumsal, politik,
ideolojik nedenlerle bu alfabeye bağlıydılar. Latin alfabesini isteyenler
arasında da iki eğilim saptanabilir (ama bunlar çoğu zaman iç içe
geçmiştir). Bunların bir tanesi, Arapçayı savunanlarla aynı ideolojik
zemine oturuyordu. Türk ulusallığına aykırı olduğu için karşı çıkıyorlardı
Arap yazısına. Aynı zamanda, İslamiyetin ve genel olarak dinin bu ulusal
kimliği boğduğu ve böylece kalkınmayı durdurduğu düşünülüyordu. Bu görüşte
olanlar, daha önce başka konularda gördüğümüz tavırlara yakın bir biçimde,
alfabe değişikliğine neredeyse büyülü bir anlam yüklüyor, alfabe değişince
bütün sorunlarımızın ortadan kalkacağına inanıyorlardı. Öteki kamp ise,
ulusallığı başka türlü anlamakta ve yorumlamaktaydı. Cumhuriyet tarihi
boyunca gördüğümüz bu kutupsallıkta Doğuculuğu temsil edenlere göre, asıl
Batı'nın Latin alfabesi alındığında ulusal kimlik elden giderdi. İzmir
İktisat Kongresi'nden sonra Kâzım Karabekir, Latin harflerine sertçe karşı
çıkmış, bunu isteyenleri «vatana ihanet»le suçlar gibi konuşmuştur
(tartışma geleneğimizde bundan aşağı suçlama yoktur zaten).
Daha önceleri de dilin sadeleşmesinden yana olan Hüseyin Cahit, şimdi
Latin alfabesinin kabulünden yanadır. Bunu, birinci kümedeki yazarların
yaptığı gibi bir «ulusallık» gereği olarak değil de, pratik yararı için
savunmaktadır:
Biz memlekette ümmîliği azaltamayız. Çünki harflerimiz buna manidir.
Çocuklarımız mekteblerde üç sene, dört sene çalıştıktan sonra da doğru
okuyamazlar. Çocuklarımız değil, hiçbirimiz her kelimeyi doğru telaffuz
ettiğimizi iddia edemeyiz. Böyle lisan, böyle tahsil olur mu?
Bizi şimdiki harflere rabteden şey nedir? Bu harfleri kullanmak için
hiçbir mecburiyyet-i diniyye yoktur. Millî harflerimiz de değildir. Bu
halde Latin harflerini kabul ederek bir an içinde herkese okuyup yazma
öğretmek suretiyle elde edebileceğimiz namütenahi faideleri neden
istihfaf
ediyoruz? [12]
Bu sıralarda Fuat Köprülü Latin alfabesinin alınmasına karşıdır:
Latin harflerinin kabulüne tarafdar olanlar, zannediyorlar ki Garb
medeniyyetine bu suretle daha çabuk ve daha kolay temessül edebiliriz.
Halbuki Garb medeniyyetine temessül harflerimizin tebdili ve Latin
harflerinin kabuliyle kabil
olamaz.[13]
Köprülü'nün müdahalesinde de, dilin bir parçasının, dille ilgisi
olmayan bir amaç için değiştirilmesi tutumundan söz ediliyor. Bu çerçevede
şüphesiz Köprülü haklıdır. Alfabe değiştirmekle bir toplumun uygarlık
anlayışı değişmez. Eğer Latin alfabesini böyle bir amaçla isteyenler
vardıysa, beklediklerini bulmamış olmalılar.
Öte yandan, Arap alfabesinin kalmasını savunanlar da, buna dil-üstü
bir anlam vermekteydi. Tarihimizle ve İslam dünyası ile bağımızın
kopacağını düşünüyor, bundan ürküyorlardı. Böylece iki taraf da alfabeye
neredeyse büyülü bir anlam yüklüyor, şu veya bu alfabenin davayı kazanması
sonucunda birtakım mucizelerin gerçekleşmesini bekliyordu.
Arap alfabesinin Türkçe'nin yapısına çok uygun olmadığı açıktır.
Vokallerin Türkçe'de önemli rol oynamasına karşılık Arapça'da sadece üç
vokal işareti vardı ve örneğin «u», «ü», «o» ve «ö» yalnız «vav»la
karşılanabiliyordu. Ayrıca, Arapça'da fonem işlevi gören bazı sesler
Türkçe'de böyle olmadığı için, Arapça'daki üç «s», iki «z» vb. Türkçe'de
fazlalık oluyordu. Latin alfabesinin okumayı kolaylaştıracağı inancı da
yerindeydi (ancak, Arap alfabesini öğrenmekte o sıralar karşılaşılan
güçlüklerin yalnızca bu alfabeye özgü bir şey olmadığı, öğretme yönteminin
ilkelliğinden de kaynaklandığı unutulmamalı).
1928'de Atatürk'ün Sarayburnu konuşması ile Latin alfabesinin kabul
edileceği kesinleşmiş oldu. Atatürk bu konuşmada, «En nihayet bir sene,
iki sene içinde bütün Türk hey'et-i içtimaiyyesi yeni harfleri
öğrenecektir. Milletimiz yazısiyle kafasiyle bütün alem-i medeniyyetin
yanında olduğunu gösterecektir,» [14] diyordu.
Hüseyin Cahit gibi Atatürk'ün de, yeni harflerle okuma yazmanın
kolaylaşacağına aşırı bir iyimserlikle baktığı bu sözlerden anlaşılıyor.
Bin dokuz yüz seksenlerde hâlâ okuma yazma seferberlikleri yaptığımıza
göre, yalnız alfabenin sadeleşmesi, bütün halkın okur yazar olmasını
sağlayacak bir değişim değildir. Ayrıca, bu yeni alfabe ile daha yukarı
bir uygarlık âlemine girmenin amaçlandığı da görülüyor ki, söz konusu
uygarlık Batı ise, bu yönde de okur-yazarlıktakinden çok ilerlemiş
değiliz.

İlk dil kurultayı

Alfabe, Cumhuriyet yöneticilerinin Türk dili üzerinde yapmayı
tasarladıkları geniş kapsamlı değişikliklerin yalnızca bir parçasıydı. Bu
değişikliklerin 1932'de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin, (yani
bugünkü Türk Dil Kurumu'nun) önemli bir rolü olacaktı. İlk dil
kurultayında, o zaman muhafazakar sayılan görüşler Hüseyin Cahit'ten
geldi. Daha önce dilin sadeleşmesinden yana olan, Cumhuriyet döneminde de
Latin alfabesini savunan Hüseyin Cahit'in bu tavrı şaşırtıcı görünebilir;
genellikle muhalif olmayı seçen bir mizaca sahip olduğu için, sırf karşı
çıkma amacıyla böyle konuştuğu sanılabilir. Ama aslında önceden
söyledikleriyle çelişen bir yanı yok, Kurultay'da söylediklerinin. Kişisel
kanımca, Türkçe üzerine kopan tartışmalarda en tutarlı tavrı alan da gene
Hüseyin Cahit. Şöyle diyor:
Son yirmi beş sene içinde gittikçe kuvvetlenen sade lisan cereyanı bugün
Arapça ve Acemce terkipleri dilimizden söküp götürmüştür denilebilir.
Yakın bir zamanda, ecnebî dillere ait kaidelerin tamamen maziye
karışacağından şüphe edilemez. Bunun için bir şey yapmağa da lüzum
yoktur. Çünki zaten kendiliğinden olmaktadır ve olacaktır. Cereyan o
kadar kuvvetli ve tabiidir ki koca bir akademi olsa ve aksini temin için
uğraşsa bile muvaffak olamaz. 'sevkıtabii' ve 'aksülamel' gibi bazı
ıstılahlar birer terkip değildirler. Bunlar, yerlerine daha sade ve ruha
daha sokulgan Türkçe tabirler kaim oluncaya kadar yaşayacak birer
kelimedirler. Türk alfabesinin bu noktada yapabileceği hizmet pek
büyüktür. Eski yabancı yazı ile kalsa idik bu birleştirme ameliyesi
yapılamazdı. Bugünkü yazımız bize bu sahada da hürriyet ve muvaffakiyet
temin ediyor. [15]
Hüseyin Cahit burada, zorla yapma bir dil kurma girişimine karşı
olduğunu belirtiyor. Dilin doğal akışından, bu doğal akış içinde sadeliğin
nasıl olsa sağlanacağından söz ediyor. «Doğal» akış, dil bağlamında, son
analizde «halkın kullanımı» demektir. Yani Hüseyin Cahit halkın kullanarak
bizzat onayladığı bir dil anlayışını savunuyor. Irkçı bir anlayışla dilden
kelime tasfiyesine karşı çıkıyor:
İtiraf ederim ki dilimize karışmış yabancı kelimelerden dolayı edilen
şikayetleri biraz mübalağalı buluyorum. Bir lisanın şahsiyeti sarfında
nahvındadır. Yabancı dillerden alınan kelimeler bu şahsiyeti bozamaz.
Ecnebî kavimlerle münasebette bulunup ta onlardan kelime almamak imkan
haricindedir. Bir dile yabancı kelimeler filan veya filan şahsın arzusu
ile sun'i olarak doldurulamaz. Onlar tarihî bir zaruret ve icabın
neticesinde, bir tekamül ameliyesi olarak dile girerler. Dünyada, her
sahada olduğu gibi dilde de bir şey olmuşsa onun öyle olması zarurî idi
de onun için olmuş demektir.
Bir toplumun yaşadığı tarih, dilinde yansır. Bu onun gerçek tarihidir.
Ve tarih elbette, Hüseyin Cahit'in de söylediği gibi, rastlantılardan
oluşmaz. Bu tarih, belirli bir anda, bazı bireylerin ya da isterseniz
bütün toplumun hoşuna gitmeyebilir. Ama o tarihten hoşlanılmaması, o
tarihi yaşanılmamış hale getiremez. 0 tarih bir yandan, yaşayanlar
üzerinde etkilerini sürdürmeye de devam eder. Beğenilmeyen bir tarih,
dilin değişmesiyle de silinemez ve değiştirilemez. Hüseyin Cahit'in
yukarıdaki paragrafta söyledikleri arasında en önemli kısım bu. Yabancı
dillerden kelime almanın kaçınılmazlığı ve ayrıca bu durumun bir dilin
karakterini bozmayacağı da doğru. Gerçi Osmanlıca'da yabancı kelime o
kadar boldu ki, bunun verdiği sıkıntının bir haklılığı vardı; ama Hüseyin
Cahit «zorlama olmayan» süreçlerle bu yabancı kelimelerden kurtulmaya
karşı değil zaten. Türkçe'nin gelişmesini sadece «doğal» diye nitelediği
sürece bırakmayı önermiyor:
Bütün bunlarla beraber, hiçbir şey yapmayalım, ellerimizi kavuşturarak,
kaza ve kaderin hükmünü bekleyerek dil işleriyle alakadar olmayalım,
demek istemiyorum. Israr ettiğim nokta dil bahsinde her şeyin bizim
irademize tabi olmadığını, tabiî kuvvetler karşısında beşerî mücadele
için bir had bulunduğunu unutmamak lüzumudur. Yoksa, daimî olan tekamül
ameliyesinin umumî seyrini kolaylaştıracak ve hızlandıracak surette bazı
âmiller vücuda getirebilmek imkanı teslim olunabilir.
Bu bahiste yapabileceğimiz şey, yapmamız icab eden şey bir kere
Türkçenin muhtelif lehçelerinin mükemmel bir lugatını vücuda getirmek,
kelime teşkîli yolundaki kabiliyetini tesbit etmek, hiç olmazsa bundan
sonra ecnebî kelimelerin lüzumsuz yere dilimize girmelerine mümkün
olduğu kadar meydan vermemektir.
Bugün alışkın olduğumuz Türkçeden alışkın olduğumuz tarz ve şekilde
ıstılah bulmak kabilse onları kabul etmeli. Bulamadıklarımızı da
Avrupa'nın filan veya filan dilinden değil, Latin ve Yunan köklerinden
kendi telaffuz ahengimize göre olmalıdır. Istılahlar kararlaştığı gün
fikrî anarşi tehlikesi bitmiş demektir.[16]
Hüseyin Cahit'in bu sözleriyle daha önce söyledikleri arasında bir
tutarsızlık yoktur. Düşüncesini belirleyen etmen, dilin bütün bir halkın
anlaşmak için kullanacağı bir nesne olduğu olgusudur. Son paragrafta,
bilim dili için gerekli kelimelerin öncelikle Türkçe'den türetilmesi
imkanlarının araştırılmasını istiyor Hüseyin Cahit. Bu olmadığı zaman
Yunanca ve Latince köklerin alınması görüşü de doğru. Örneğin Fransızca
bilen bir Türk yazarı «trajedi» İngilizce bilen bir başka aydın da
«trecidi» mi demeli? Bunların yerine «tragedya» demek herhalde daha doğru
(tabii o zaman da sıfat sorunu çıkıyor: «trajik» ne olacak?).
Hüseyin Cahit'in ılımlı tutumu sert tepkilerle karşılaştı. Karşı
çıkanlardan biri, devrimin her alanda radikal dönüşümler
gerçekleştirmesini isteyen Hasan Ali Yücel'di. Hasan Ali, devrimci
volontarizmin kültürlü bir tanımını yapar; ama kültürlü retoriğinin
ötesinde, somut bir önerisi yoktur. Hüseyin Cahit'in tutumunu «determinist
olmaktan ziyade fatalist» diye nitelemekle, «fatalist» (kaderci) olmayan
bir determinizmin varlığını kabul etmiş gibidir. Ama bunu tanımlamaz.
Konuşmasının en doğru parçasını aşağıya alıyorum, ama bu da aslında
Hüseyin Cahit'in söylemiş olduklarıyla çelişmiyor:
Türk halkı iş kelimesini bilir mi? («bilir» sesleri) Bölüm, bölme
tabirini de bilir mi? («bilir» sesleri) O halde iş bölümü tabirini de
bilir demektir. Bilmediği varsa o ancak iş bölümü tabirinin ilmi
tarifidir... [17]
Hüseyin Cahit'e karşı çıkan çeşitli kişilerden biri de Fuat Köprülü.
Daha sonra DP döneminde anayasa dilinin eskileştirilmesi için meclise
önerge verecek olan (daha önce de Latin alfabesine karşı olan) Köprülü bu
sırada nedense (0 nedeni anlamak çok güç olmasa gerek) öz Türkçe'den
yanadır. «Determinizm» ve «irade» üstüne bilgiç bir konuşma yapan Köprülü,
dile iletişim açısından bakan Hüseyin Cahit'e karşı, o dönemde devletin
resmi onayını alan ulusçu bir perspektif getirir:
Milli Şuura ve milli imana dayanan asırda milli Iisanların inkişafına,
hatta bazı ölü sanılan dillerin bile yeniden yaradılışına nasıl muvaffak
olduğunu bütün dünya gibi siz de bilirsiniz... İnkılap ruhiyle meşbu
olan bugünkü Türk nesli pek iyi bilir ki, Türk ruhunu ve muazzam Türk
tarihinin tabii akışını herkesten daha evvel, daha derin sezen ve milli
temayüllere her zaman en vâzıh ve en doğru şeklini veren Gazi, milli
şuurun ve milli irfanın bu eşsiz mihrakı, milletine hediye ettiği büyük
inkılaplar zincirinin yeni bir halkası olan muazzam dil inkılabını da
ilmin sağlam esasları üzerine kuruyor. [18]
Derleme - tarama çalışmaları

Türk Dil Kurumu'nun derleme ve tarama çalışmaları bundan sonra başladı.
Devlet, Halk Partisi ve halkevleri bu çabayı oldukça enerjik bir şekilde
destekledi. Gazeteler her gün değişmesi istenen yabancı kökenli
kelimelerin listesini yayımlıyor, bunlara halkın karşılıklar bulması
isteniyordu. O sıralar Hakimiyeti Milliye'de yayımlanan bir yazıda, halk
arasında yayılmış kelimelerin kaynağına bakılmaksızın Türkçe sayılacağı
söyleniyor.
Bu dönemin dil çalışmalarında şöyle bir ilginç özellik var: bir yandan
Türkçe'nin «öz»ü bulunmaya çalışılıyor, bunun için en eski kaynaklar
taranıyor; bir yandan da, Türkçe'yi Batı dillerine benzetme kaygısı ağır
basıyor. Örneğin «okul» gibi bir yeni kelime ne kadar Türkçe «okumak»
kökünden türetilse de, kelimenin Fransızca «école»e benzetilmek istendiği
çok açık. Denk düşen durumlarda, «isteri/hysteria» gibi karşılıklar
bulunuyor. Bu arada, Besim Atalay da Türkçe'de «önek» olduğunu ispatlamaya
çalışıyor ve bunun için «aşmak, şaşmak, taşmak» gibi örnekler getiriyor.
Bunun bilimsel bir yanı bulunmadığını tartışmak bile gereksiz, ama böyle
bir başlangıçtan sonra Kurum genel sekreteri İbrahim Necmi « anti» yerine
«yantı» gibi önekler önermeye başlar. «Yantı», anlaşıldığı kadarıyla,
«yad» kelimesinden bozularak yapılmıştır. Bozma gerekçesi de yeterince
saydam: Batı dillerindeki «anti»ye ses olarak benzetme isteği. Böylece,
«antimilitaire»gibi bir kavram «yantısüel» olacakmış. [19] Bir zamanların
benzer yapıdaki «arsıulusal»ını da hatırlayanlarımız vardır.
Tarama ve derleme çalışmaları birtakım sonuçlar vermeye başlar. Bu
yollardan çeşitli kelimeler bulunmuştur. Ama bunların büyük çoğunluğu
yadırgatıcı niteliktedir. Öz Türkçe kullanımını yaygınlaştırmak için,
Türkiye tarihinde her zaman olduğu gibi, en yukarıdan bir tavır
göstermenin yararı olacağını düşünen Atatürk, görece dar bir çevrede
yapacağı bir konuşmayı öz Türkçe olarak hazırlar. Bu, İsveç veliahdına
verilen yemeğin resmi konuşmasıdır ve gazetelerde yayımlanacağı bellidir:
Altes Ruvayâl,
Bu gece,konuklarımıza, Türkiye'ye uğur getirdiklerini söylerken,
duygum, tükel özgü bir kıvançtır.
Burada kaldığınız uzca sizi sarmaktan hiç durmıyacak ılık sevgi
içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankusunu
bulacaksınız.
İsveç, Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez
damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, onu, bu iki ulus, ünlü,
sanlı özlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır.
Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini o denlü yaltırıklı
yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkuIar, gerçekten daha
az özence değer değildir.
Avrupa'nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç
özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları
olmuş bulunuyorlar; onlar, bugün, en güzel utkuyu kazanmıya
anıklanıyorlar: baysal utkusu.
Altes Ruvayâl;
Yetmiş beşinci doğum yılında babanız bütün acunda saygılı bir
sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal, içinde erksürmenin gücü
işte bundadır.
Ünlü babanız yüksek kralınız Beşinci Gustav'in gönenci için en ısı
dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl sizin, Altes Ruvayâl Prenses
Luiz'in, sevimli kızınız Altes Ruvayâl Prenses İngrid'in esenliğine;
tüzün İsveç ulusunun gönencine, genliğine
içiyorum. [20]
Bu konuşmanın, dil sorunuyla her düzeyde ilgilenen insanlara öz
Türkçe'yi yaymaları için bir mesaj olduğu açıktır. Türkiye'de bu gibi
durumlarda aydınların nasıl davranacağı da bilinir. Nitekim Agâh Sırrı, bu
konuşmadan sonra olanları da şöyle anlatıyor:
Yabancı kelimelere karşılık bulma gayreti 1935 yılı sonuna kadar devam
eder. Fakat iş o hale gelmişti ki, herkes gelişi güzel bulduğu
kelimelerle yazı yazıyor ve yazılar, sahibinden başkasının anlamasına
imkân olmayan bir şekil alıyordu. Daha tuhafı, Türkçe kelimelere bile
karşılık arayıp bulanlar vardı. İş yolundan çıkmış, üzücü bir hal
almıştı.[21]
Gerçekten de bu dönemde Türkçe'yi özleştirmek için yapılanların
hikâyeleri ünlüdür. Konuya bilimsel bir bakışla değil, devlet büyüklerinin
hoşuna gitme isteğiyle yaklaşıldığı için, sonuçta Türkçe'nin başına ne
geldiği o kadar önemli değildir. Bu uğraşlar, Türkçe'yi bir iletişim aracı
olarak görme gereğini büsbütün ortadan kaldırıp (çünkü iletişimi fiilen
önlemişti) birtakım toplumsal amaçlar için Iaboratuvarda kesilip biçilen
bir nesne haline getirmiştir.

Bir başka eğilim

İşte bu sırada yeni ve tamamen tersine bir eğilim, Türkçe'yi özleştirme
çabalarını gevşetti. Cumhuriyet döneminin radikal özleşmeciliği, zaten
daha geniş bir tarih arayışının sonucuydu. Bu arayışın başlangıcı da
Osmanlı İmparatorluğunun son on yıllarına uzatılabilir. Osmanlı devletinin
maddi dayanaklarının çökmesiyle, genel ideolojisinin de işlemez hale
geldiğine değinmiştim. Bu dönemde, yeni bir devlete yeni bir temel arama
çabaları Pan-Türkizm ve Pan-İslamizm akımlarının oluşmasıyla
sonuçlanmıştı. Bunlardan birincisi, aydın seçkinlere daha çekici geliyor,
kendini Müslüman olarak tanımlamaya alışmış halk kitleleri arasında
ikincisi kadar kolay kabul görmüyordu. Ancak İttihat ve Terakki
hareketiyle başlayan «yukarıdan aşağı» reform kalıbı, kitle desteği
olmayan seçkinci ideolojilere niceliksel gücünün ötesinde bir etkililik
kazandırabiliyordu.
Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntılarından Türkiye
Cumhuriyeti'ni çıkarma çabasında, gene bir çeşit Osmanlı mirası olan
«fütuhatçılık»tan vazgeçmişti. Dünyanın yeni dengesinde zaten başka
türlüsü düşünülemezdi. Rumeli'de Osmanlı toprak iddialarının bir yana
bırakılması kadar, Enver Paşa gibilerin doğudaki hayalci fütuhat
projelerinin de kesinlikle terk edilmesi, Cumhuriyet'in kurulmasının
zorunlu koşullarındandı. Öte yandan, Cumhuriyet rejimi içinde halkın
«ümmet» değil de, «millet» olarak tanımlanması gereği, Pan-Türkizm'in
politik düzeyde değilse de ideolojik düzeyde etkinliğini sürdürmesi
anlamına geliyordu. Yeni ulus, yalnız Batılılarla değil, aynı zamanda
Osmanlı devletinin kalıntıları ve Osmanlı zihniyetiyle de çarpışarak
kurulduğu için, Osmanlı tarihini aşan bir «ulusal tarih» ihtiyacı
duyuluyordu. Nitekim, 1930 yılında basılmış, Türk Tarihinin Ana Hatları
adlı bir kitap vardır; yazarları: «Türk Ocağı 'Türk Tarih Heyeti'
azalarından Afet Hf. ile Mehmet Tevfik, Samih Rifat, Akçura Yusuf, Dr.
Reşit Galip, Hasan Cemil, Sadri Maksudi, Şemsettin, Vasıf ve Yusuf Ziya
Beyler...» Kitap piyasaya çıkmamıştır: «'Türk Tarih Heyetinin' başka
azalarının ve mevzu ile alakalı zatlerin mütalea ve tenkit nazarlarına
arzolunmak üzere yalnız yüz nüsha basılmıştır». [22] Bu kitabın ilginç
yanı, 605 sayfasından yalnızca 50 kadarının Osmanlı tarihine ayrılmış
olmasıdır. Geri kalanı, Sümerler, Etiler, Etrüskler vb. de aralarında
olmak üzere, çeşitli «Türk» devletleri üzerinedir. Dönemin bu yeni tarih
arayışı Agâh Sırrı'nın kitabında da şöyle yansır:
Türk diliyle Türk tarihine karşı yüzyıllardır devam eden kayıtsızlık,
eski bilginleri Türk varlığını inkâra kadar götürmüştü. Bilim softalığı,
onları Türkçe kelimeleri Arapça veya başka bir dille açıklamağa, Türk
uygarlık eserlerinde yabancı izler aramağa alıştırmıştı. Üzerinde
durulan bir kelimenin Türk kökünden gelebileceği, yahut aslı araştırılan
bir maddenin Türk aslından olabileceği hatıra gelmiyordu. Meselâ "Maraş"
kelimesi onlara göre Arapçadır ve aslı "Mer'aş"tır. "Malatya" kelimesi
Yunancadan gelmiştir ve aslı "Melitene"dir.
Halbuki Türkler, Anadolu toprakları üzerinde Yunanlılardan ve başka
milletlerden çok daha önce yaşamış eski bir millettir. Bu kelimeler
pekâlâ Türk asıllı olabilir. Bu gerçeği meydana çıkarmak, bunun için de
daha alt tabakalara kadar inerek eski Türk medeniyetinin kalıntılarını
araştırmak lâzımdır. [23]
Tarihin ulus (ya da «ırk») temelinden açıklanması, yeryüzündeki rakip
ulusların kendilerini «ilk» görmeleri isteğini doğurur. Heredotus bile,
dünyanın ilk dilini anlamak için yeni doğmuş bir çocuğu bir odada hiç
insan sesi işitmeden yaşattıklarını, çocuğun ağzından çıkan ilk ses
Mısırca bir kelimeyi andırdığı için ilk dilin Mısırca olduğuna karar
verildiğini anlatır. Daha modern ulusların kendilerini en eski olarak
tanımak için giriştikleri deneyler de aslında bu ilk deney örneğinden daha
«bilimsel» olmadı. Ama özellikle on dokuzuncu yüzyıl, ulusların eskilik
yarışları ile geçmişti. Türkler arasında ulus bilincinin geç gelişmiş
olması da, ulusal tarihin incelenmesinde benzer bir «militanlık»
yaratmakta gecikmedi, Yukarıdaki alıntıda Agâh Sırrı'nın «bilim softalığı»
diye bir söz kullanması ilginç; dünyada bilinen bilime karşı bir «Türk
bilimi» çıkarma isteğini yansıtır gibi. Onun dediği gibi, Maraş'ın aslında
Hititçede «Maraşanda» ve Asurcada «Margasi» olduğu bulundu. Aynı şekilde
Malatya Hititçede «Melitaş», Asurcada ise «Miliddu» idi. Ama bunlar, bu
durumda, bu adların «Türkçe» olduğunu kanıtlamaya yetmiyordu. Bunun için,
daha önce, Hititlerin ve Asurluların Türk olduğunun ispatlanması
gerekiyordu. İşte otuzlara doğru yapılan tarih çalışmalarının ana
doğrultusu da bu oldu. (Yukarıda andığım kitapta açıkça görüldüğü gibi.)
Daha önceki özleştirme akımı nasıl bilimsel bir temele oturmuyor
idiyse, bu yeni anlayışa dayanan araştırmalar da bilimselleşemedi. 0
günlerle ilgili, mizah amacıyla uydurulmuş fıkralarda gördüğümüz,
«Niagara»nın «ne yaygara»dan, «Amazon»un «Amma uzun»dan gelmesi gibi
yakıştırmalarla, zamanın «dilci ve tarihçi bilim adamları»nın ciddiyetle
yaptığı yakıştırmalar arasında fazla bir fark yoktur. Gene Agâh Sırrı'ya
bakalım:
Esas doğru idi. Fakat tanık olarak verilen örneklerin çoğu yanlıştı.
Birer uydurma ve yakıştırmadan ibaretti. Ona göre [Yusuf Ziya Özer'i
kastediyor - M.B.], mesela "Aphrodite", Türkçe "avrat" veya "arvat"dan
çıkmıştır. Deniz ilahı olan "Poseidon" Türkçe gemi anlamına gelen
"bostagen" kelimesinden gelmedir. "Vulcanus" kelimesinin aslı Türkçe
bulanık demek olan "bulkanığ"dır.[24]
A.S. Levend'in kitabında ima ettiği bazı sözlere bakılırsa, ona göre
de «esas doğru» değildir. Ama resmî teze karşı ihtiyatlı bir dil
kullanmaktan geri kalmaz. Hititlerin Hint-Avrupa, Asurluların Sami kökenli
oldukları bugün ispatlanmış olgular. Yapılan bütün bu incelemelerde,
Levend'in «birer uydurma ve yakıştırma» dediği örneklerden başka bir şey
zaten çıkmadı. Avrupa ile sıkı komşuluk ilişkisi içinde yaşayan
Türkler birtakım önemli ihtiyaç anlarında kendilerine Avrupalı yardımcılar
bulmuşlardır, Fatih'in topçu ustası Urban'dan, Osmanlı devletine Batı
tarzında okul açan Hıristiyan adlı paşalardan sonra, dil sorununda da bir
yabancı imdada yetişti:
Yine tarih tezinin ışığı altında ve ona paralel olarak, dil üzerinde
çalışanlarda, dilin felsefesini yapmak merak ve hevesi uyanmıştı.
1935'de Dr. Phil. H.F. Kvergic tarafından La psychologie de quelques
elements des langues turques adlı Viyana'dan Atatürk'e gönderilen
basılmamış bir esercik, yeni bir düşünceye yol açmış oldu.[25]
Güneş-dil teorisi

Bu Kvergic, «Güneş-Dil Teorisi»nin mucididir. Avrupa'da bastıramadığı
tezinin dilbilimle uzaktan yakından ilgisi yoktur. İlk insanın güneşe
bakıp «A» demesi gibi tuhaf spekülasyonları bir yana, çoğu zaman iki
önermesi arasında bir mantık dizisi kurmak da imkansızdır. Ama bu teori,
bilimle ilgisi bulunmayan bir ihtiyaca karşılık verdiği ölçüde, belli bir
süre rağbet gördü, hemen hemen bütün dil çalışmalarını yönlendirdi. Türkçe
üzerindeki etkilerini görmek için gene Levend'in kitabına bakalım:
Güneş-Dil teorisi, Türk tarih tezine uygun olarak şu hükmü kapsıyordu:
«Türk dili, taş ve maden devrinde, kültür kelimelerini göç yolu ile
yeryüzündeki dillere yayan eski ve büyük bir kültür dilidir. Etimoloji
lugatlerinde 'kaynağı karanlık' olarak gösterilen birçok Fransızca,
Almanca ve İngilizce kelimenin Türkçe ile kolaylıkla açıklanabilmesi
bunu göstermektedir.»
Atatürk, tezdeki bu hükümle, Türk dilinin tarihten önceki çağlara
kadar uzanan eskiliğini belirterek, bu konu üzerinde yapılacak
araştırmaların ufkunu genişletiyordu. Nasıl ki, tarih teziyle de,
Türklerin tarihin en eski uygarlığını kurmuş bir millet olduğunu
belirtmek, gençlere, kendilerine güvenmeyi, tarihleriyle övünmeyi
aşılamak istemiştir.
Bu teoriden şu sonucu çıkaranlar oldu:
«Dilimize yabancı saydığımız birçok kelimeleri feda etmek gerekmez.
Çünkü bunların esasta Türkçe olması mümkündür. Hatta, Güneş-Dil
teorisine uyularak Türkçe ile açıklanabilen birçok yabancı kültür
kelimeleri de Türk kelimesi olarak kabul edilebilir. Mesela botanik
kelimesi bitki ile, sosyal kelimesi soy ile,termal kelimesi ter ile,
elektrik kelimesi ıltırık, yıltırık, yaltırık ile açıklanabilir.»
Çıkarılan bu sonuç, Osmanlıcaya dönmek istiyenlerin çok işine
yaradı. Aşırı gayretler birden durdu; fakat yabancı kelimelere karşılık
bulma işi de durmuş oldu. Dil çalışmaları yeni bir evreye girdi. [26]
Levend'in sıkıntılı satırlarından sezildiği gibi, Güneş-Dil Teorisine
inanmamakta, bunun özleşmeyi durdurmasını onaylamamakta, öte yandan bu
teorinin dayanaklarına eleştiri yöneltmekten kaçınmaktadır. «Çıkarılan bu
sonuç» sözü, sanki bir zorlama olduğunu ima eder gibi. Oysa gerçekten de,
böyle bir tezden çıkarılacak başka bir sonuç yoktur, çünkü tez zaten bu
sonucu çıkarmak için oluşturulmuştur. Her ulusun tarihinde övünülecek
şeyler, üzülecek şeylerle birlikte bulunur. Ama övünmek için yeni bir
tarih yaratmak mümkün değildir.
0 dönemde tarih konusuna başka gözle bakanlar vardı. Bunların içinde
en anlamlı sözlerden birini söyleyen, «ölü tarih» ile «canlı tarih»
arasında bir ayrım yapan Yahya Kemal'di. Şiirin yanı sıra tarihe de ciddi
bir ilgi duyan Yahya Kemal, bir toplumun belirli bir anda yaşadığı hayat
üzerinde etkisi kalmamış uzak tarihi «ölü tarih» saymak gerektiğini
söylüyordu. Türkiye tarihine de bu açıdan bakıldığında, «canlı» olan tarih
Osmanlı tarihiydi. Gerçekten de, Gaznelilerin veya Samanoğullarının
tarihi, Türkiye'de yaşayan Türkleri hiçbir şekilde etkilemiyor,
belirlemiyordu.
Ama biz başlı başına muazzam bir alan olan tarih konusunu bırakarak
dil sorunumuza dönelim. Güneş-Dil Teorisi, Levend'in dediği gibi,
özleştirmeyi durdurdu (amacı da buydu). Günümüzde öz Türkçe akımına karşı
çıkanlar, bunun Atatürk'ün iradesiyle böyle olduğunu söyleyerek Dil
Kurumu'nun yaptıklarını eleştiriyorlar. Gerçekten, öz Türkçecilik de,
Güneş-Dil Teorisi de, kendi canlılık dönemlerinde Atatürk'ün onayını
almışlardır. Ancak, Türkçe sorununu tartışmanın, hiç değilse bugün, hangi
eğilimin Atatürk'ün gerçek niyetlerini yansıttığı bağlamından çıkarılması
gerekir. Sorun ortadadır ve kendi olanca gerçekliği ile karşımızda
durmaktadır. Bu tür skolastik tartışmalara ve bir politik otoritenin
yardımına sığınmaya gerek olmadan, bilimsel bir tutumla ele alınabilecek
bir sorundur üstelik. Ayrıca, Türkçe'nin özleştirilmesine karşı olanlar,
kendileri, Güneş-Dil Teorisini bunun gerekçesi gibi görmeye hazırlar mı?
Öyle ise, dünyada bilinen herhangi bir kelimenin Türkçe'de kullanılmasını
ve Türkçe sayılmasını doğru buluyor olmalılar. Son olarak, Türkçe'nin
gelişmesinde özleştirme ve Güneş-Dil Teorisi mümkün olan iki alternatif
ise, Güneş-Dil Teorisinin bilimsel doğruluğu kanıtlanamadığı zaman (ki
kanıtlanamamıştır), bundan çıkacak sonuç, öbür alternatife dönülmesidir.
Dolayısıyla, bu iki tutumun da bilim-dışı dayanaklarını görmek ve bilimsel
olan alternatifi düşünmek herhalde gereklidir.

Nurullah Ataç ve özleşme

Kırklar ve elliler boyunca, «Türkçe» der demez akla gelen adlardan biri,
Nurullah Ataç'tır. Ataç, Türkçe'nin özleşmesine, tek başına, belki
kurumlardan fazla katkıda bulundu. Sert eleştirileriyle genç edebiyatçılar
üstünde kurduğu otorite, Ataç'ın hışmına uğrama korkusu, dönemin birçok
yazarını daha öz Türkçeci olmaya itti. Böylece, özellikle edebiyat
alanında kullanılan dil özleşti, aynı zamanda da dilin genel kullanımına
göre farklılaştı. Ataç'ın bu alanda yaptıklarına büsbütün yararsız demek
de, tamamen yararlı demek de güçtür.
Sürecin kendisinin çelişikliği, onun kişiliğinde de yansır. Ataç
genellikle, değiştirdiği, yenisini bulduğu kelimelerle tanınır ve bu
çerçevede tartışılır. Ancak, dil üstüne düşünen, radikal ve militan tavır
alan bir kişi olmanın ötesinde, usta bir yazardı Ataç. Bence asıl olumlu
katkıları bu noktada aranmalıdır. İlkin, genel anlamda dil titizliğini
birçok yazara kabul ettirmiş bir yazardır. Gelişigüzel ve hamasi laflar
söylemeye karşı, daha öz Türkçeci olmadan önce de savaş açmıştı. Noktalama
işaretlerinin kullanımında bile dikkatli olmak gerektiğini birçok yazar
Ataç sayesinde öğrendi. İkinci olarak, Ataç usta bir üslupçuydu.
Türkçe'nin kullanımı sorununa da yalnız kelimelerin «arı» özü çerçevesinde
değil, aynı zamanda sözdizimi çerçevesinde bakmıştı. Bu yanı hiç öne
çıkarılmadığı halde, Türkçe'nin yapısını araştırmış ve yazılarıyla
örneklendirmiş bir yazardır Ataç. Eski bir dilsel ayrımı kullanarak,
Türkçe'nin «analitik» değil, «sentetik» bir dil olduğunu söyleyelim. Bu,
kısaca, sözdiziminde anlamın kelime yerine değil, takılara bağlı olması
demektir. Analitik bir dil olan İngilizce'de «Brutus killed Caesar»
derseniz, Brutus Sezar'ı öldürmüş olur. İki adın yerini değiştirdiğiniz
zaman, özne ile nesne bu niteliklerini yerlerinden aldıkları için, Sezar
Brutus'u öldürmüş olur. Türkçe'de ise özne, nesne, tümleç vb. bu
işlevlerini takılarla edindikleri için, cümle içinde yerlerinin değişmesi
anlamı değiştirmez. (Sezar'ı öldürdü Brutus, öldürdü Brutus Sezar'ı,
öldürdü Sezar'ı Brutus vb.) Bu durumu iyi sezen Ataç, Türkçe cümle yapısı
ile mümkün olabilecek çeşitlemeleri bir estet titizliğiyle sergiledi.
Öteki konularda olduğu gibi burada da eleştiriye uğradı. «Devrik cümle»
düşmanları belirdi. Oysa özellikle konuşulan dilde «devrik» denilen cümle
tipi Türkçe'nin asli bir yapısal öğesidir. Ayrıca da Ataç, sözdiziminde
çeşitleme yaparken hiçbir zaman mekanik olmamış, «devrik» cümle yaparken
bununla her zaman özel bir nüans katmayı başarmıştır. Ama bunu mekanik bir
biçimde çoğaltan birçok yazar, yıkmaya çalıştıkları sözdizimi kadar
monoton, tatsız, taklitçi ve anonim bir üslup çıkardılar. Son olarak bir
de şu söylenebilir: birçok yazar, eski sözdizimini, eski kelimelerle
düşünüp yazıyor, sonra da moda olduğu için sözlükte yeni karşılıklar bulup
bu eski kelimelerin üstünü karalıyordu. Ataç, sözdizimini yeni kelimelerin
çağrışımlarına, mantıklarına göre düzenleyebilen bir yazardı. Bu yüzden,
en bilinmedik yeni kelimeler kullandığı zaman bile, yazının gelişme
mantığından, tanımadığınız kelimenin hangi eski kelimenin yerini aldığını
tahmin edebilirsiniz. Çoğu öz Türkçeci ise, sırf kelimelerinin
yadırgatıcılığından değil, cümle kurmaktaki hantallıkları yüzünden
anlaşılmaz oldular.
Öte yandan, özleşme konusundaki tavrına, kendi hesabıma aynı övgüyle
bakamıyorum. Örneğin şu sözler:
Ben öteden beri, konuşmalarımda olsun, yazılarımda olsun hep bunu
söyledim, türkçe'nin latinceleştirilmesi, yunancalaştırılması
gerektiğine inandığım içindir ki öz-türkçeci oldum, ona inandığım
içindir ki öz-türkçeyi bırakmıyorum, bu toplumun çocuklarına latince ile
yunancanın öğretileceği, şöyle iyice, gereğince belletileceği güne değin
de bırakmayacağım.[27]
Gerçekten de Ataç'ın öz Türkçeciliğinin altında bu Yunan-Latin
hayranlığı yatar. 0 uygarlığın yarattığına inandığı hümanizme sıkı sıkı
bağlıdır. Bu gibi görüşler günümüzde öyle «doğululuk», «batılılık»,
«kültürel değişimin toplumsal mekanizmaları» filan gibi kavramlarla bile
eleştirilmeyecek kadar «naif» görünüyor. Yunanca ve Latince öğrenme ve
öğretme saplantısını Cambridge'de, Oxford'da bile terk ettiler - bundan da
kimsenin kaybı olmadı. Ataç'ın tasarısının ilk adımdaki imkansızlığı,
eğitimle bir toplum kurulamayacağı olgusudur. Ataç, kuşağındaki çoğu
radikal-pozitivist-hümanist gibi, iyi bir eğitimle, evrensel bir kültür
verilip evrensel insan bireyleri yetişeceğine inanmıştı. Evrenselliğin
temelini de Greko-Latin kültürü sağlayacaktı. Ancak, bu gibi eğitim
sistemiyle yeni bir toplum kurma tasarıları, kaynaklarının bütün
hümanizmiyle birlikte «jakoben» (çünkü belirli bir aygıt ve dar bir
yetişmiş kadro yoluyla bütün bir topluma yön vermeyi düşlüyor) ve son
analizde anti-demokratiktir.
Öz Türkçe'nin zorunluğunun nihai gerekçesi olarak bu Greko-Latin
kültür «asimilasyonu» ile karşılaştığımızda, bu gerekçe adına
yapılanlardan kuşkuya düşmemek elde değil. Şüphesiz Ataç'ın düşünceleri az
çok kendine özgü, ama büsbütün kendine özgü de değil. Nitekim onun gibi
Yunan ve Latin köklerine inmeyi isteyen istemeyen, daha birçok
Batılaşmacı, öz Türkçe'yi de savunmuştur.
Ataç bir dilbilimci değildi. Ya da, modern anlamda bir dilbilimci
değildi. Onun dille ilgisi, daha çok Batı'nın on dokuzuncu yüzyılda
yetişen dilcilerininkine benzer. Bu bakış bütünüyle tarihidir ve aynı
zamanda dili seçkinci bir tutumla tanımlanmış, büyük harfle yazılan bir
Kültürün aracı olarak görür. Böyle anlaşılan dilde bir iletişim işlevi
varsa, o da seçkin bir düzeyde yapılan bir iletişim olmalıdır. Ayrıca,
Türkiye'nin gelişmesi içinde dile nasıl dil-dışı ölçütlerle bakıldığını
[yukarıda] birlikte izlemiştik. Bu da, Ataç'ın entelektüel mirasının bir
parçası oldu.
Türkçe sorununa böyle karmaşık bir sorunsal içinden bakan Ataç'a göre,
sözgelişi «demokrasi» kelimesini kullanmak, Yunan kültürünü almak
değildir. Çünkü Yunanlılar ve onların mirasını alan Batılılar bu kelimeye
baktıklarında bunun «halk» ve «yönetim» kökleri ile kurulmuş bir kavram
olduğunu hemen anlarlar. Biz Türkler ise, bu yabancı kökleri anlayamayız.
Dolayısıyla «demokrasi» kelimesini gerçekten içimizde yaşatamayız.
Gerçekten Greko-Latin kültürü içinde olmak istiyorsak, aynı kavramı Türkçe
köklerle kurmamız gerekir: «budun-buyrumculuk» veya «budun-erki» gibi yeni
karşılıklar önerir Ataç.
Kağıt üzerinde doğru görünebilen bu öneriyi biraz sonra, daha genel
bir bağlamda ele alacağım. Şimdilik, Ataç'ın gözünden kaçan bir iki önemli
ayrıntıya değinmek istiyorum. İlkin, az önce sözünü ettiğim kültürel
seçkincilik ve Batı'nın aşırı yüceltilmesi olayı göze çarpıyor. Sıradan
Batılı insan, «demokrasi» ve benzer kavramları kullanırken, bunların
Yunanca ve Latince köklerini bilmez. Sözgelişi, İngilizce'de «trans-»
önekiyle başlayan yığınla kelimeden birkaçına bakalım (bunların bir kısmı
bizde de benzer biçimde biliniyor): «Transatlantic», «transcend»,
«transcript», «transfer», «transform», «transgress», «transient»,
«transit», «transition», «translate», «transmission», «transparent»,
«transpire», «transport», «transpose», «transversal», Şimdi, Oxford mezunu
olmayan bir İngiliz, tam olmayan bu listedeki kelimelerin bir kısmıyla
hayatı boyunca hiç ilişkisi olmaksızın yaşar. Kullandıklarına göre, bu
«trans-» ekinde, öteye geçmek, bir şeyin üstünden aşmak gibi genel bir
anlamı olabileceğini tahmin eder ancak. Ama, o listedeki kelimelerden
yalnızca birkaçını kullanmaya alışık olan bir Türk de bu soruyu sormak
aklına gelirse aynı şeyi tahmin edebilir: «transatlantik», «transfer» ve
«transit» kelimeleri üstüne düşündüğü zaman aklında kalan yaklaşık anlam,
örneğin «transfüzyon» gibi yeni bir kelimeyle karşılaştığı zaman, bunun
bir «aktarma» olayı olduğunu anlamasına yetebilir. Bunu anlamak için ille
Latince bilmesi gerekmez.
Bunu demekle, elbette ki bütün bu «trans-»lı kelimelerin olduğu gibi
Türkçe'ye alınmasını savunmuyorum. Ama «transatlantik» ve «transit» gibi
uluslararası nitelik kazanmış kelimelerin bizde kullanılması, Türkçe'yi
kimsenin tutsağı yapmaz, diyorum. Ayrıca bu konu bizi değinmek istediğim
ikinci güçlüğe getiriyor. Bir dili konuşan bir topluluk, kendi mantığı
içinde yeni kavramlara eski ekler ve köklerden yeni adlar bulur. (Nitekim,
saydığım İngilizce kelimelerin pek çoğu «Roma-sonrası» kelimelerdir.) Bu
kavramları başka bir dile çevirirken, ekler ve kökler arasında aynı
mantıki bağlantıların kurulmasını bekleyemeyiz. Gene yukarıdaki «trans-»lı
kelimeler listesine bakarsak, örneğin «transcendental» gibi bir kavram
Türkçe'de «aşkınlıkçılık» olurken «translate» için «çevirmek»,
«transparent» icin «saydam», «transform» için ise «dönüştürmek» diyoruz.
Yani, aynı kökü her zaman aynı şekilde, Türkçe'nin tekabül eden köklerine
çeviremiyoruz. Böylece, Ataç'ın ortak köklere bağladığı «düşünce
disiplini» zaten mümkün değil. Daha önce, Cenap Şahabettin'in özlemine
ilişkin olarak söylediğim gibi, bunu büyük bir sakınca saymamızın da
nedeni yok. Çünkü Greko-Latin Kültürü de bu kelimeleri ya da kökleri,
evrensel mantığın temeli olarak değil, gelişigüzel kullanmıştı;
İngilizce'de ortak «trans» var diye çeviriye, sözgelişi,
«dil-aşırı-aktarım» ve saydam için de «ara-nesne-aşırı-görüm» filan
dememize gerek yok.
Son olarak, «klasik» eğitime verilen abartılmış öneme bir kere daha
değineyim. Ataç, «demos» ile «kratia» bilinmezse, «demokrasi»nin
anlaşılamayacağından korkuyor. Toplumda gördükleri eğitimden ötürü her iki
kökü de bilen insanlar, «demokrasi»nin ne olduğunu bilmiyorlar oysa. Buna
karşılık, kelimenin etimolojisini hiç bilmeyen insanlar, bunun ne olduğunu
yaşayarak öğrenebilirler.
Agâh Sırrı, kitabının sonlarında Türkçe'nin durumu karşısında ya da ne
olması gerektiği konusunda alınan tutumları üçe ayırır. Cumhuriyet
öncesinde netleşen ayrımlar şunlardı:
1. Türk dilinden yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de
atmak. Bu fikrin başlıca temsilcisi Fuad Kösearif'ti. Bunlar
"tasfiyeciler"di.
2. Hiçbir "müdahale"yi kabul etmiyerek, dili yabancı kurallarla birlikte
olduğu gibi bırakmak. Bu fikrin en son temsilcisi de Süleyman Nazif'ti.
Bunlar da "muhafazakârlar"dı.
3. Dilden yabancı kuralları atmak, fakat kelimelere dokunmamak. "Yeni
lisancı"lar Genç kalemler'de bu grubu temsil ediyordu. Bu grup, daha
sonraları, kurallarla birlikte yabancılığını duyuran kelimeleri de
atmak, fakat halk arasında yaşıyanlara dokunmamak ilkesini kabul
etmiştir. [28]
Yazarın bu bölümde özetlediği 1949 yılında ise aynı gruplar
sürmektedir:
1. Bütün yabancı kelimeleri dilden atmak.
2. Dile hiç dokunmamak.
3. Yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de atmak fakat halk
arasında yaşıyanlara dokunmamak. [29]
Agâh Sırrı, biraz da haklı olarak, ilk iki grupta yer alanların hiç
değilse belirli programları olduğunu, üçüncü grubunsa belirsizlikten
kurtulamadığını söylüyor:
Ancak, bugünün tasfiyecileriyle muhafazakârlarının fikirleri açık ve
kesin olduğu halde, bu sonuncular fikirlerine kesinlik verememişlerdir.
Tasfiyeciler, bütün yabancı asıllı kelimeleri atmak, muhafazakârlar ise,
hiçbirine dokunmamak fikrindedirler. "Mutedil" diyebileceğimiz bu
gruptakiler ancak esasta birleşmişler, düşüncelerinin ve isteklerinin
sınırını çizmemişlerdir. Kelime almak ve atmakta ölçüleri nedir, yabancı
kurallar derken neyi kastetmektedirler, terimler için ne düşünüyorlar?
Bütün bu noktalarda fikir birliği yapmış değillerdir. Bunun içindir ki,
bir yandan tasfiyecilerin, öte yandan da muhafazakarların hücumuna
uğramakta ve bu yüzden çalışmalarına bir doğrultu verememektedirler. Bu
durumun dil devrimi için bir tehlike olduğuna şüphe
yoktur. [30]
Bütün toplumsal olaylarda «ılımlılığın» böyle bir kaderi vardır.
Ancak, burada anlatılan bu ılımlı tutumun, ötekilerden farklı bir bakış
açısı da getirmediği söylenebilir. Osmanlıca'nın olduğu gibi kalmasını
savunanlar da, Türkçe'nin bütünüyle arılaşmasını savunanlar da, dili
politik, kültürel, toplumsal ve tarihi bir bütünlüğün bir parçası olarak
görüyorlar, dille ilgili tezlerini buna göre biçimlendiriyorlar. «llımlı»
grup da, aynı sorunsal içinde, iki tarafa da aşırı gitmemeyi salık
veriyor. Bu sorunsalı paylaştığı ölçüde, teorik düzeyde öbürleri kadar
gösterişli olamıyor; ama pratikte, dilin toplumca kullanımına daha yakın
düştüğü için, ana akışa daha uyumlu bir yer tutmuş oluyor.
Ataç'ın ölümünden sonra arı Türkçe davasının aynı çapta bir avukatı
yetişmedi. Buna karşılık, öz Türkçe'yi konuşan ve yazanların sayısı arttı.
Aşağı yukarı bütün önemli edebiyatçılar, öz Türkçe kullanmaya özen
gösterdiler. Dil Kurumu da, kurum olarak dilin özleşmesine, terimlerin öz
Türkçe karşılıklarının bulunmasına çeşitli katkılarda bulundu. Basının
büyük bir bölümü de dildeki yenileşme eğilimini izledi. Basınla birlikte
1960'dan sonra TRT'nin dilini özleştirmesi, yeni kelimelerin kullanımını
yaygınlaştırmış oldu. Böylece, bugünlere geldik. Bugünlere kadar, dilin
nasıl olması gerektiği tartışması hiç bitmedi. Bu sıralarda yeniden
alevleneceği de muhtemel görünüyor. Dolayısıyla, şimdiye kadar gerçekleşen
dilsel değişikliğin ne kazandırdığını, ne kaybettirdiğini, bir kere daha,
ama serinkanlılıkla düşünmenin zamanıdır.

Dilde değişim ne kazandırdı ne kaybettirdi

İlkin özellikle önemli olduğuna inandığım bir nokta üstünde durayım: dili
toplumun iletişim aracı olmanın ötesinde tarihi, politik ve kültürel bir
yönlendirmenin de vazgeçilmez parçası olarak görmek alışkanlığı, ister
istemez dile politik müdahale kurumunu doğurmuştu. Buna Türkiye'nin
geleneksel bürokratik yapısının özellikleri eklenince (ülkemizde her türlü
toplumsal etkinliğin yasayla düzenlenmesi geleneğine bir başka yazıda
değineceğim), dilsel kullanım politik iktidarların tutumuna göre
değişebilen, zaman zaman yasayla değiştirilebilen bir şey oldu. Bir
toplumun kendi dilini nasıl kullanacağı konusunun yasayla düzenlenmesi,
dünyanın başka ülkelerinde sık rastlanan bir durum değildir. Academie
française gibi kuruluşlar, devletten çok kendi prestijleriyle dil
konusunda otorite olmuşlar, ayrıca, dilbilgisi bakımından en doğru görünen
kullanımı saptamak gibi, bir anlamda tutucu bir işlev görmüş, dili
değiştirme çabasına girmemişlerdir. Türkiye'dekine benzeyen bir dilsel
arılaşma akımı, ulusal birliğin sağlanması güçlük çıkaran, dolayısıyla
şoven-milliyetçi birçok ideolojinin doğduğu Almanya'da görece kısa bir
dönemde görülür. İngilizler baştan beri, Fransa'dakine benzer bir dil
akademisi kurulmasına yanaşmamış, genelde benimsedikleri liberal tavrı dil
alanında da sürdürmüşlerdi. Türkiye’de ise Meşrutiyet döneminden sonra
devletin dile çeşitli düzeylerde müdahale ettigi görülür. Bu özellik
Cumhuriyet döneminde iyice belirginleşir. Bütün arilaşma hareketleri, bu
dönemde, politik otoritenin yönlendirmesiyle ortaya çikmiştir. Alfabe
bile, bir yasa konusu olmuştur. Levend'e göre, her gün ilan edilecek
yabanci kelimelere karşilik bulunmasi kampanyasinda «Başvekalet, Halk
Partisi, Halkevleri bu iş için seferber edilmiş, ajans, radyo ve bütün
gazeteler işbirligine çagrilmiştir.» [31] 1944'te anayasa dilinin
degişmesi için gene CHP Meclis Grubu bir komisyon kurar. Demokrat Parti
iktidara gelip, Egitim Bakani Tevfik Ileri bu maddenin degişmesini
isteyinceye kadar, Türk Dil Kurumu'nun tabii başkani Millî Egitim
Bakanidir. Bu da, Kurumla devlet arasinda kurulan ilişkinin niteligini
gösterir. DP zamaninda hükümetler Dil Kurumu'na karşi tavir almiş, 1945'de
CHP'nin degiştirdigi anayasa dili 1952'de Fuat Köprülü' nün ilk imzayi
attigi bir önergeyle yeniden eskileştirilmiştir. Bundan sonra her politik
iktidar, Türkçe'nin nasil olmasi gerektigi konusunda farkli bir görüşe
sahip olacak, düşüncesi dogrultusunda dilsel kullanimi etkilemeye
çalişacaktir. Özellikle radyo ya da devletin çikardigi ders kitaplari gibi
etkili araçlarda kullanilan Türkçe sürekli degişecektir. Bir toplumun
kendi dilini nasil kullanacagina politik iktidarin karar vermesi ve
gereginde resmi denebilecek müdahalelerle yürürlükte olan dili
degiştirmesi, Türkiye'ye özgü bir tuhaflik olsa gerek.
Ancak, resmi olan ve olmayan türlü müdahalelerden sonra Türkçe'nin
bugün varmiş oldugu nokta zaten yeterince karişik. Buraya kadar konuya
tarihi gelişmesi çerçevesinde baktik: şimdi, varilan bu noktada elimizde
dil olarak ne gibi bir araç bulunduguna bakalim.
Bütün bu olup bitenlerden Türkçe istendigi, umuldugu gibi
«özleşebildi» mi? Gerçi pek çok kelime degişti, ama dilin gerçekten
özleştigini söyleyemeyiz. Gündelik dilde kullandigimiz yüzlerce ve
binlerce kelime, biz bunlarin çogunu Türkçe sandigimiz halde başka
dillerden alinma. «Dam» gibi siradan bir kelime Latince «domus»dan geliyor
örnegin. Yerleşik konutlarin çeşitli parçalarinin adlari, dogal olarak o
düzeni kurmuş olanlarin verdigi adlara bagli kalacak, ama örnegin «çadir»
da Farsça «çader»den geliyor. «Sokak» ile «cadde» de Arapça. Haftanin
günlerinin adlari Türkçe degil. «Davul» ile «zurna» da öyle. Bedenin
diştan, gözle görülür organlarinin çogu Türkçe, ama iç organlarin çogu
Türkçe degil: mide, ciger, beyin, böbrek, işkembe, kalp (sonuncunun
Türkçesi de yaşiyor, ama örnegin «yürek hastaligi» diyemiyoruz). «Pencere»
de başka dilden, «perde» de. «Sofra», «legen», «cep», «parça», «çarşaf»
(carşeb), hatta «hoşaf» da yabanci kökenli. «Çoban», «çarik» gibi Anadolu
yaşayişina özgü kelimelerin de Farsçadan gelmesi şaşirtici degil mi?
«Serçe», «sincap», «tazi», ve daha nice basit, siradan hayvan adlari da
Türkçe degil. «Akasya» ve «feslegen» Yunancadan, «findik» Arapçadan,
«nar», «çinar», «fistik», «armut» (emrud) Farsçadan. Gemicilikle ilgili
terimlerin çogu, «sintine»den «iskele»ye kadar, Italyanca’dan. «İstimbot»,
«tornistan» gibi buhar-sonrası terimler ise İngilizce’den. «Hedef»i,
«maksat»ı kovalayarak benimsediğimiz «amaç» da Farsça. «Hudud» yerine
koyduğumuz «sınır» ise Yunanca. «Fener» gibi. «Peynir» Farsçadan geliyor,
«susam» Arapçadan. Sebzelerin pek azının adı Türkçe. «Rende» ve «testere»
gibi sıradan aletler Farsça. «Kahkaha» veya «esmer» gibi akla gelmeyecek
kelimeler de Arapça çıkıyor. «Orospu» Arapça; «dara düşmek»teki «darr»
Arapça, «püf» de Farsça, «söndürülmüş» anlamına gelen «püfkerde»den.
Anadolu yemeği diye bildiğimiz «kaygana», Arapça «haygene»den; «paça»,
Farsça «paçe»den. «Yağma» kelimesi bile Farsça.
Bu listeyi daha fazla uzatmayalım. Şu bir avuç örnekten, öyle ciddi
bir arınmanın pek mümkün olmadığı herhalde görülüyor. Kaldı ki, neyi
değiştiriyor bunların Türkçe kökenli olmaması? Hepsi yerleşebileceği kadar
yerleşmiş, kendi malımız olmuş. Bir dili konuşan geniş kitleler
kullandıkları kelimelere etimoloii uzmanı gibi bakmazlar zaten.
Öte yandan çağdaş teknoloji de bir yığın kelimeyi ardından
sürükleyerek geliyor Türkiye'ye. Teyp, pikap, radyo, telefon, televizyon
gibi herkesin dilinde olanlar, «aks», «rot», «şanzıman» gibi görece daha
dar alanlarda kullanılanlar - ama bunların da ötesinde, neredeyse her yeni
makine kendi kelime haznesiyle geliyor. Bir gazetenin spor sayfasında
şöyle bir cümle: «Mithatpaşa stadının pilonlarına projektörler monte
edildi.»
Bütün bunlar, dilin özleşmesini isteyenlere çok acı gelebilir, ama
çaresiz. «Tasfiye» yolunu tutmaya kalkıştığımızda ortada Türkçe filan
kalmayacağı açıkça görülüyor. Türkçe’ye böylesine fazla yabancı kelime
doldurmuş olan tarihi de değiştirmemize imkan yok - Brecht'in
toplumlarından hoşnut olmadıkları için başka halk edinmeye niyetlenen
yöneticileri gibi bizde de yöneticiler tarihlerini beğenmeyip yeni bir
tarih sahibi olmaya karar vermedikçe.
Dili ulusun ya da ırkın arınmasının aracı olarak görmekte -ve bütün
bir halkın iletişim aracı olarak görmemekte- ısrar edilirse, sonuçta
Esperanto gibi yapay bir dile sahip olunabilir, ama doğal bir dil böyle
oluşamaz. Nitekim şimdiye kadar bu arınma uğruna epeyce şey feda ettik.
Örneğin, «hayat» kelimesinin ne suçu vardı? Türkçe ses uyumuna uygun,
bütün halkın yüzlerce yıldır milyonlarca kere söylediği bir kelime.
Kullanıldıkça anlamı zenginleşmiş, bir yığın deyime girmiş. Bunların
yerine koyduğumuz kelimelerin ne kadarı o çağrışım zenginliğini
kazanabilir? Ve ne kadar zamanda? Örneğin İsmet Özel'in «Sevgilim Hayat»
şiiri «Sevgilim Yaşam» olabilir mi? Gerçi biz «yaşam sevisi» filan gibi
laflarla bir edebiyat ürettik ama, o edebiyat da o dil kadar yapay oldu.
Çok zaman birden fazla kelimeyi sözlüklerden kovup onların yerine bir
tane öz Türkçe karşılık bulduk. Türkçeleştirmenin gerekliliğine,
yararlılığına, sonuçta ortaya çıkarılan kelimenin kullanışlılığına
inandığım durumlarda bile, bu zorla yoksullaşma çabasına katılamıyorum.
İlkin Gökalp söylemişti, daha sonra Ataç iyice perçinledi, bir nüans
iletmeyen eşanlamlı kelimeler dil açısından zenginlik sayılmaz. Ama
özleşme uğruna varolan nüansların harcanması çok yanlı bir zarardır,
edebiyat dilinde de, bilim dilinde de. «Cemiyet» yerine «toplum» dedik,
alıştık, ısındık da bu yeni türetilmiş kelimeye. Ama «cemaat»ı ne
yapacağız? «Topluluk» demek her zaman kurtarmıyor, hele dini çağrışımı hiç
veremiyor. Ayrıca, «toplum»un türevlerini kullanamadığımız alanlar var ki,
o zaman da birtakım tutarsızlıklar oluyor. «Toplumsal kalkınma»,
«toplumsal düşünce» ve daha birçokları rahatça kullanılıyor, ama
«toplumsal demokrat» diyemiyoruz.
«Neden» kelimesi de iyi bulunmuştu ve yerleşti. Gelgelelim, bir başka
yerde uzun uzun yazdığım gibi, örneğin Hegel, «Bir açıklama ilkesi olarak
'cause' yeterli değildir, önemli olan 'raison'dur,» deyince ne yapacağız.
Yalnız «neden» yetmiyor demek ki. Şu halde, «neden» gibi kullanılabilir
bir kelime daha türeteceğiz, bu çok zorsa «sebep» de kullanılacak. Başka
türlüsü nasıl düşünülebilir? Türkçesi yok diye bir kavramdan
vazgeçilebilir mi? (Türkçesi olan kavramların sayısının pek yüksek
olmadığını yukarıda görmüştük.)

Nüanslar kayboluyor

Öz Türkçe olmayan kelimeleri kullanma korkumuzdan, yüzlerce nüansın
kaybolup gitmesine göz yumduk. Örneğin İngilizce gibi gelişkin bir dilde
«düşünme» fiiline yakın anlamlarda şu kelimeler var: «think», «reflect»,
«contemplate», «cogitate», «meditate», «reason», «cerebrate»,
«deliberate», «ruminate». Daha gündelik bir biçimde düşünme anlamına
gelecek «ponder», «muse», «reckon», «wonder», «consider» var. Bunlar en
temel olanları. Herhangi bir yakın anlamlı kelimeler sözlüğünde daha
yığınla örnek bulursunuz. Bunlara karşılık kaç tane Türkçe kavram
çıkarabiliyoruz? Yani Türkçe'nin sorunu, elimizde cömertçe feda edecek
sayıda kelime, kavram bulunması değil, bulunmaması. «Fikir» gibi yerleşmiş
kelimeleri de aslı Türkçe değil diye kovalarsak, neyle düşüneceğiz.
Düşünce tarihimiz, az kavramla düşünme alışkanlığının sonuçlarını
gösteriyor zaten.
Ataç gibi yazarlar, öz Türkçe'yi Yunan-Latin temeline geçmek için
istiyorlardı. Türkçe köklerden türetildiği için anlaşılır olan ve
aralarında bağlantı kurulabilen kelimelere sahip olmamız gerektiğini
savunuyorlardı. Gelgelelim, özellikle yabancı dillerde varolan terimlere
öz Türkçe karşılık bulma çabasında, birçok yanıltıcı kelime uydurduk.
Geçenlerde biri yazmıştı, psikolojideki «anal evre» için «dışkısal»
deniyormuş; bu terimin anlattığı şeyin ne ilgisi var «dışkı» ile? «Uydur
uydur söyle» olmuyor mu böyle bir dil arınması? Ne yazık ki tek örnek de
değil bu. «Kelime» için bulduğumuz «sözcük» son derece yanıltıcı: «söz»ün
küçüğü anlamını veriyor, büyüyememiş söz gibi bir şey. «Edebiyat» için
«yazın» demek de bir tuhaf: «sözlü yazın» ne demek oluyor, örneğin?
Kelimelerin kökenlerinin tanınabilir olmasının birtakım yararları
olabilir. Ama düşünce dilinde fazlasıyla somut kelimeler sakınca da
yaratabilir. Batı dillerinde bu kökenlerin çoğu unutulmuştur. İngilizce'de
«concatenation» gibi az kullanılan bir soyut kelimeyi kullananlar, bunun
Latince «zincir» demek olan «catena»dan geldiğini artık hatırlamazlar.
Kelimenin anlamı, «zincir» kavramına yakındır, ama alabildiğine
soyutlaşmış, o kökenden uzaklaşmıştır. Yeni bir dil yaratmaya çalışmakta
bu sakınca hep var: kelimeler eskimediği için yeterince soyutlaşamıyor.
Örneğin Türkçe'de «ekin» derken, bunun somut anlamı ağır basıyor, beklenen
«kültür» anlamını veremiyor.
Bir başka sorun da, Batı dillerinde karşılaştığımız kavramların
eşdeğerlerini türetmeye çalışırken, az sayıda kökle yetinmek zorunda
kalmamız. Böylece, tek bir kökten çok fazla sayıda ve çoğu da birbiriyle
ilgisiz kavramlar türetiyoruz. Bu da, Ataç'ın istediği sonucu vermekten
uzak kalıyor. Çünkü ortak bir köken üzerinde, pek ortaklığı filan olmayan
yığınla kelime ortaya çıkıyor. «Olmak» fiilinden türettiğimiz yeni
kavramları düşünelim.
Çok zaman, özellikle çeviri yaparken, belli bir aktarma güçlüğü ile
karşılaşıp bir yeni kavram türetebiliyoruz. Ama bunları daha sistemli
düşünemiyoruz. Kavramların akrabalarını gözetmiyoruz. Sözgelişi «komedya»
için «güldürü» diye bir laf bulmuşuz; bunun kendi başına uygunluğu ayrıca
tartışılır da, «tragedya» karşılığı ne diyeceğiz, «ağlatı» mı? «İhracat»,
zamanla gerekli soyutluk kıvamına gelmiş bir kelimeydi. Şimdi «dışsatım»
diyoruz. Bunu fiil olarak kullanmak imkansız gibi bir şey. Ama ayrıca,
«emperyalizm azgelişmiş ülkelere işsizlik ihraç eder» gibi bir cümle nasıl
kurulacak bu yeni kavramla? «İşsizlik dışsatar» mı diyeceğiz?
Bazen bir kelime üstüne çok fazla anlam yüklüyoruz. Her dilde böyle
birkaç anlama gelen kelimeler vardır, ama bizde bazı kelimeler kimsenin
kaldıramayacağı bir yük altına giriyorlar. Sözgelişi «kurgu». Eskiden
bunun «saat kurgusu» gibi basit bir anlamı vardı. Şimdi «bilim-kurgu»
diyoruz ve sonra da «fiction» ile türevlerinin karşılığı olacak şekilde
geliştiriyoruz kurguyu. Derken «spekülatif düşünce» için de «kurgu»
diyoruz. Bu da yetmiyor, sinemada «montaj» anlamına da «kurgu»
kullanılıyor. Bu kadar çok anlamlı olmak, anlamsızlaşmakla aynı şey.
Bütün bu süreç içinde kelimelerin anlamları keyfileşiyor. İsteyen,
istediği anlamda kullanıyor kelimeleri. «Durum vaziyeti» ya da bir
minibüste gördüğüm «Hayat yok bize bu yaşamda» sözünde olduğu gibi eski
ile yeninin garip bir şekilde yan yana yaşamasından başka bir de semantik
kaymalar var. «Hayat tecrübesi» olmak üzere türetilen «yaşantı»
birçoklarına göre «hayat» anlamına geliyor. «Zevk» için türetilen «beğeni»
şimdi «takdir» anlamına gelmeye başladı: «Seyircinin beğenisini kazandı»
gibi. Dil kendisi bu kadar değişken, kelime türetme ve yayma bu kadar
keyfi olunca, kimseyi de yanlış konuştuğu için kınamaya hakkımız yok.

Dil iletişim aracı olmaktan çıkıyor

Eskiyle bağın kopması ayrı bir sorun. Divan edebiyatı artık yabancı
dil. Bunda bizim kadar Osmanlıca'yı yapay bir biçimde kuranların da
sorumluluğu var. Ama Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Halit Ziya da anlaşılır
olmaktan çıktı. Onlar bir yana, Orhan Veli veya Sait Faik okurken bir
yığın anlamadığı kelimeyle karşılaşan gençler var.
Yabancı kelimeleri, köklerini bilmediğimiz için anlayamayacağımız,
oysa Türkçe kökenli kelimeleri herkesin kolaylıkla anlayacağı sık sık
söylendi. Mantığa uygun görünüyor ama gerçek bu kadar basit değil. İki
örnek vereyim. Toplumcu kavramı, «sosyalist» için türetilmişti. Ama, hani
«ölme»yi yumuşatmak için «vefat etme» filan derler, bu «toplumcu»nun
anlamı da böyle yumuşadı, üstelik belirsizleşti. Gün geldi, «Hüseyin
Rahmi'nin Toplumculuğu» diye yazı yazıldı. Geçenlerde ödül kazanmış bir
şairle bir gazetede yapılmış konuşmayı okuyordum. Bir başka şair için,
«Kentsoylu insanın sanayileşme karşısında duyduğu korkuyu dile getirir,»
diyordu. 0 gazeteden, burada düşen, atlanan bir kelime var mı diye sordum;
olmadığını söylediler. «Kentsoylu», «burjuva»nın karşılığı diye biliyorum.
Tarihten bildiğim kadar burjuvalar sanayileşmeden korkmazlar, çünkü
kendileri yaratmışlardır endüstriyi. Herhalde «kentli insan» anlatılmak
isteniyor. 0 yazar, «kentsoylu» yerine «burjuva» diyor olsaydı, bu yanlışı
yapmazdı. Ne olsa «burjuva» kavramının tanımı daha belirli. Ama
«kentsoylu» filan gibi tarihsiz kelimeler lastikli oluyor, nereye çekseniz
uzuyor. Demin dediğimi buraya da uygulayabiliriz: kavramları takımları
içinde düşünmeyince çıkacak güçlükleri - «küçük burjuva»ya da «küçük
kentsoylu» mu denecek? 0 zaman bunu da «kasabalı» sananlar çıkmaz mı?
Bu kavram kaypaklığının tek sorumlusu öz Türkçe olmayabilir. Onu
kullananların düşünce disiplininden uzak olmaları da bir sorun. Fakat
oturmamış kelimeler, ya da değişik yazarların kendi kararlarına göre şu
veya bu anlamda kullandıkları kelimelerle örülmüş bir kültür ortamında
düşünce disiplinini elde etmek de bir hayli zor. Yerli/yabancı
farklılığının en net biçimde gözlendiği alan olduğu için çeviri, öz
Türkçecilik içinde önemli rol oynadı. Böylece, çevrilmiş metinlerde,
Sartre'ın, Ionesco'nun, daha nice yabancı yazarın kendilerini Türkçe'yi
arılaştırma davasına yürekten adadıklarını gördük (Ben de, öz Türkçecilik
dönemimde neler yaptım, hatırladıkça yüzüm kızarır: Diyalektik maddeciliği
«eytişimsel özdekçilik» bile yapmıştım, ve zavallı Russell'a söyletmiştim
bu lafı).
İşte her çevirmen yabancı dil metinde karşılaştığı kavramlara kendine
göre öz Türkçe eşdeğerler yaratırken, bunları okuyan okurlar da kaygan ve
kaypak kelimelerle kaygan ve kaypak düşünceler üretmeye alıştılar. Örneğin
günümüzün moda deyimlerinden «sorunsal» da kültürümüze benim naçiz bir
armağanım oldu sanıyorum; bunu, Althusser'in «problematique» kavramını
karşılamak için türetmiştim. Geçenlerde bir dergide «sorunsallı
günlerimizde birlik olalım» gibilerden bir laf gördüm. Anlaşılan,
«kuyruklu sorun» anlamını kazanmış sorunsal.
Bu kelimelerle kurulan söylem de belirgin nitelikler edindi. Bir
yandan, üslup anonimleşti. Bir yandan, kelimelerin kazandırdığı sanılan
şıklık, içeriğin yerini aldı. Deminki örnekle şöyle bir cümle kursak:
«Sorunsallı günlerimizde kurgusal devinimlerle uzayı dönüştürmek olası
görünse de bir sanrı olmaktan gitmez ileriye,» filan yollu, pekala geçer,
insan sahiden bir laf etmiş yerine konur. Genellikle böyle laf ediliyor
zaten.
Öyle tuhaf ülke ki Türkiye, kendisi okumamış bir kadıncağız oğlunu
okula gönderse, çocuk da bir gün gelip, «Anne, bu gereksinmelerimi giderme
olanağını elde edemedim,» diye cümlelerle bir şeyler söylese, kadın
oğlunun gerçekten kültürlü olduğuna inanıp kıvanç duyabiliyor. Yani
sonuçta aynı yere geldik. Osmanlı aydını yapay Osmanlıca'sını konuşup
elitliğini yaşıyordu. Avam ne kadar anlamasa o da o kadar seçkin oluyordu.
Şimdi aynı şeyi Türkçe ile başardık. Seçkin olanla olmayanı dil ayırıyor.
Dil, gene bir iletişim aracı değil. Üstelik, iletilecek bir şey de
kalmayabilir yakında, öztürkçesel sorunsal sayesinde.




[1] A.H. Tanpınar, XIX Asır Türk Edebiyatı Tarihi, ikinci baskı, s. 78.
[2] A. S. Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1960,
s. 68-75, 102-112. Levend'in temel perspektifine çok yabancı olduğum
halde, bu kitabından büyük ölçüde yararlandım. Olguların dökümü iyi
yapılmış, yararlı bir inceleme kitabı.
[3] Aynı yerde, s. 217-18.
[4] Aynı yerde, s. 276.
[5] Aynı yerde, s. 276.
[6] Aynı yerde, s. 301.
[7] Aynı yerde. s. 327.
[8] Aynı yerde, s. 339.
[9] Aynı yerde, s. 340-41.
[10] Aynı yerde, s. 344-45.
[11] Aynı yerde. s. 355.
[12] Aynı yerde, s.394.
[13] Aynı yerde, s. 397.
[14] Aynı yerde, s. 402.
[15] Aynı yerde, ss. 409-10.
[16] Aynı yerde, ss. 410-11.
[17] Aynı yerde, s. 412.
[18] Aynı yerde, s. 414.
[19] Aynı yerde, s. 423.
[20] Aynı yerde, ss. 424-35.
[21] Aynı yerde, s. 426
[22] Türk Tarihinin Ana Hatları, Devlet Matbaası, İstanbul 1930.
[23] Levend, Adı geçen Eser , ss. 426-27
[24] Aynı yerde, s. 427.
[25] Aynı yerde, s. 431.
[26] Aynı yerde, s. 439.
[27] N. Ataç, Söyleşiler, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1962, ss.
190-91.
[28] Levend, Adı geçen Eser, ss. 453-54.
[29] Aynı yerde, s. 454.
[30] Aynı yerde, s. 455.
[31] Aynı yerde. s. 416.
Yazko Edebiyat, Mayıs 1982

Yorumlar